|
|||||
|
|||||
Kendimi bildim bileli siyaset denilen, genel ve yerel yönetme sanatının, bazen doğrudan, bazen dolaylı ama hep içerisinde oldum. Üyesi olduğum ve kökleri Rize’de bulunan geniş anlamdaki ailemin siyaset ile yakından ilgili olması, doğal olarak benim de bu konuya ilgi duymama neden olmuştur. Bir farkla sadece. Ailemin büyük bölümü siyasetin sağ yanında, küçük bir bölüme ve ben ise sol yanındayım. Böylece, siyasetin geçmişten bu yana, en az 50 yılının nasıl işlediğini, nereden nereye geldiğini, kesintilerini, zikzaklarını, siyasetle ilgilenenlerin vasıflarını, yaşamın siyaset alanını düzenleyen kuralların duruma göre, yönetim gücünü elinde bulunduranların nasıl değiştirdiğini, halkın siyaset denilen bu yönetim alanına nasıl sokulmadığını, uzağında tutulmaya çalışıldığını, çıkarlar gerektirdiğince, toplumun nasıl parçalara bölündüğünü, insanların birbirlerine nasıl düşman haline getirildiğini, en kutsal saydığımız manevi değerlerin ve insanların nasıl siyasi oyuncak haline getirildiğini, herkesin dilinden düşürmediği ve siyaset adamında olması gereken kalite, beceri, bilgi ve bilgi birikimi, deneyim ve iyi insan erdemlerinin nasıl yerlerde süründüğünü gördüm. fiimdi lafı daha uzatmadan geçmişe yolculuğumuzdan günümüze gelelim. Sanıklar, bağlı olmayarak getirildiler, müdafiler hazır…. Bu gün yaşı 50 ve üstünde olup, siyasete ilgi duyanlar, Yassıada Adalet Divanı başkanı Salim Başol’un duruşma salonunda yankılanan duruşmaya başlama anonsunu hatırlarlar. Ben o zamanlar 15. yaşımın içerisindeydim ve bu anonsu, duruşmaları izlediğimiz radyodan, neredeyse her akşam ailece büyük bir kederle duyardık. O nedenle zihnimize kazınmıştır. Yassıada da, yargılananlar arasında, babamın kuzeni olan ve 1950-60 yılları arasında, 2 dönem Demokrat Parti Rize Milletvekili olan, rahmetli Mehmet Fahri Mete de vardı. Anayasayı ihlal suçlaması ile yargılanmaktaydı. Büyük bir oy çoğunluğu ile CHP’yi devirip, iktidara gelen Demokrat Parti nasıl oldu da askeri bir darbe ile 10 yıl sonra iktidardan indirildi? Bunun nedenlerini tartışmayacağım. Ancak, en önemli nedenlerden biri konumuzu ilgilendirmektedir. “Toplumu bölmek ve karşı taraf oluşturmak” Bu o günkü “Demokrat Partinin” önemli bir zaafıydı. Bütünleştirme yerine ayrıştırma. Vatan cephesine katılanlar katılmayanlar. Katılanlar bizden, katılmayanlar karşı taraftan. Askeri darbenin öncesi birkaç yıl tüm Türkiye, radyodan (o zamanlar tek radyo vardı)Her gün, her ilde vatan cephesine katılanların isim listesini uzun uzun dinlerdi. Böylece, herhangi bir projeye, fikre sahip olmaksızın sadece amigo vari karşıtlıklar veya futbol takımı tutar gibi siyasi taraftarlıklar oluşturulmaya çalışılmış. Bunun sonucunda, doğal olarak gençlik de ikiye ayrılmış, hele askeri darbeye yaklaşan günlerde, gençlik arasında çatışmalar, yaralanma ve ölümle bitince, ünlü Plevne marşı, sokağa dökülen gençlik tarafından, “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu? Kahrolası diktatörler, bu Dünya size kalır mı?...”şekline uyarlanarak, söylenmeye başlanmıştır. Büyük bir kavga ortamına sürüklenen toplum, askeri darbe ile yerine oturtulmaya çalışılmıştır!.. Bir yılı biraz aşan bir aradan sonra, 1961 yılında yapılan genel seçimlerle, sivil siyasi yaşam yeniden başladı. Bu kez, Büyük Millet Meclisi’nin yanında “senato” denilen denetleyici bir meclis daha devreye girerek, daha demokratik ve katılımcı bir parlamento yapısı oluştu. Senatoda da, benim kuzenim fiükrü Meto, AP (Adalet Partisi) Rize Senatörü olarak görev yapmaktaydı. Bu kez toplum sağcı - solcu, ayrıştırması yaşayacak ve ayrıca sinsice var olan alevi – Sünni tartışması, hortlatılarak, toplumumuzun kardeşleri, Kahramanmaraş ve Çorum olayları ile genel bir toplumsal çatışma cinneti eşiğinden dönecekti. 1971 Mart muhtırasından sonra da, kısır siyasi çekişmeler sahneden bir türlü inmeyecek, toplumsal sorunlar ve bunları çözme öncelikleri rafa kalkarak, partisel ve bireysel öncelikler toplumu sürekli meşgul edecektir. Siyasetçilerin taraftarlarını sürüklediği ayrıştırma işlemleri hızla devam edecektir. 1978 -79 yıllarında neredeyse, Ülkemizin her şehrinde öğrenci çatışmaları sonucunda sokağa çıkılamaz hale gelinecek, uzun uzun turlamalarla, Parlamento Cumhurbaşkanını, seçemez inatlaşması ile çalkalanacaktı. O tarihlerde toplumu yönetmeye talip 2 büyük parti CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) ve AP (Adalet Parti) kıyasıya kavga içerisinde günlerini boşa harcadığının farkında dahi olmayacaktı. Tüm uyarılara kulak tıkayan bu iki partinin, o günkü liderleri, adeta iki düşman sembolu olacaktı. Yüce Türk Milleti… 12 Eylül 1980 sabahının erken saatlerinde, radyo veya televizyonlarını açan herkes, MGK (Milli Güvenlik Kurulu) başkanı Kenan Evren’in “Yüce Türk Milleti “ cümlesiyle başlayan ihtilal bildirisini dinleme ile güne başlayacaktı. Böylece, sokak çatışmalarında, kardeş kanı akıtılması son bulmuş, analar, babalar derin bir ohh çekmişlerdi. 1982 yılında, sandıkları askerlerin beklediği anayasa oylaması yapılmış ve %92 gibi yüksek bir evet oyu ile yeni, resmi üniformalı anayasa yürürlüğe girmişti. (Ben hayır diyen %8 içerisindeyim) O günden bu güne sağcısıyla solcusuyla eleştirilen bu anayasa bir türlü değiştirilememiş, orasından burasından atılan tırmıklara rağmen özü korunmuş ve bu güne gelinmiştir. Padişaha rağmen sivil anayasa yapabilen, daha sonrasında da Cumhuriyet döneminde sivil anayasalar yapabilen toplumumuz, nedense bir türlü ortak akıl ürünü, herkesin benim anayasam diyebileceği sivil bir anayasayı henüz yapamamıştır. 1983 yılında büyük siyasi yasaklarla, politika yeniden gündemdeki yerini almış, ancak, yeni ve deneyimsiz yüzler sahneye çıkmaya başlamıştır. Eskiler, talimatlarla açılan uyduruk, barış derneği davası, aydınlar dilekçesi davası gibi (aydınlar dilekçesi davasında ben de yargılandım) davalarla sindirilmeye çalışılmıştır. Toplumsal huzur ve birliğin yeniden kurulması yerine, karşıtlıklar arttırılmıştır. Babası, Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucularından olan, bilim adamı, rahmetli Prof.Dr. Erdal İnönü dahi MGK dan veto edilerek seçime sokulmamıştır. Bu yıl yapılan seçimlerle, rahmetli Turgut Özal dönemi başlamış, bu kez, din olgusu Atatürk karşıtı olarak siyaset sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Giderek, bir taraf (kendine sol diyenler) Atatürk’ü, diğer taraf (kendine sağ diyenler) dini, siyaset sahnesine sokarak, araç olarak kullanmaya başlamıştır ne yazık ki. Bilerek veya bilmeyerek, siyasetçiler tarafından, bir taraftan Atatürk, diğer taraftan din haksız bir şekilde yıpratılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde giyim kuşam, laik, antilaik ayrışımları, yine toplumumuzu karpuz örneği dilimlere ayırmış durumdadır. Buna ilave olarak 1983 yılından beri yanlış siyasetlerin körüklediği Türk – Kürt tartışmaları, dış desteklerle neredeyse ayrımcılığa kadar uzanmış vaziyettedir. Hiç kimsenin aklına Mustafa Kemal Atatürk’ün “… içeride ve dışarıda seni yıkmak isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.” Uyarısı gelmemektedir. Siyasi partiler, demokrasiyi savunur görünmekte, ancak gerçek demokratik açılımları kendi parti içi yönetimlerinde gösterememektedir. Hele, kendisini en demokrat ve sosyal demokrat! tanımlayan bir partimiz, genel başkanlık seçimlerinde, genel başkanlık adaylığı için, aday olabilme şartını delege sayısının %20’sinin önerisi gibi ağır ve yüksek bir baraja bağlayarak, ne kadar demokrat olduğunu göstermektedir. Sonra da toplumdan kendisine güvenilmesini istemektedir. Önemli bir gelişme, tüm sorunlara, hatta tüm gıdıklamalara rağmen artık Ülkemizde askeri darbelerin döneminin bittiğini görmektir. Milletvekilleri, ön seçim yerine genel merkez atamaları ile sıralamaya sokulmakta ve halkın katılımı dışlanmaktadır. Halk sadece, seçim zamanında önüne konulan listeleri seçmekte ve buna demokrasi denilmektedir. Böylece milletvekilleri parlamentoda sadece, asansör gibi el kaldır indir görevi yürütmektedir. Fikir yok, proje yok, plan yok, hedef yok, heyecan yok. Oysa ki siyasette kull |
|||||