|
|||||
|
|||||
Sabancı Müzesi’ndeki uluslararası ölçütlerde çok başarılı Salvador Dali sergisinin açılış töreninde Fransa eski başbakanı Dominique de Villepin ile konuşurken “zaman!” demişti. “Türkiye’nin AB üyeliği için zamanı iyi kullanmak gerek”. Türkiye’nin Avrupa serüveni bazen Dali’nin ünlü tablosunda geniş bir kumsalda, dallara takılı erimekte olan saatleri anımsatıyor. Uzayan zaman dilimlerinde geçmiş kazanımlar ve gelecek fırsatlar erime riskiyle karşı karşıya kalıyor. Bu nedenle daha fazla zaman kaybetmeden, mevcut durumun analizine sonuçlarından başlamak pek aceleci olmaz: - Geçtiğimiz yirmi yılda daha iyi yönetilseydi, Türkiye bugün AB üyesiydi. - Geçtiğimiz on yılda daha iyi yönetilmiş olsaydı, Türkiye bugün AB üyesi olmak üzere olurdu. - Eğer iyi müzakere edilirse, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik anlaşması resmi onay süreci için 2015’de hazır olur. Tabii 2015’de bu hedefe ulaşılması, başka gelişmelerin de dikkate alınması anlamına geliyor: - Eğer daha etkin bir yönetim düzenine kavuşursa, AB Türkiye’ye doğru genişlemeye 2012’de hazır hale gelir. - Eğer akılcı bir yaklaşımla değerlendirilirse, uluslararası ortam halihazırda bu tarihsel önemdeki atılımı gerekli kılmakta. Yakın geçmişin sürekliliğiNe var ki, bu geriye sayım henüz tam anlamıyla başlayamadı. Türkiye’nin AB’ye doğru ilerlemesi 2001–2005 arasında Ecevit, Gül ve Erdoğan hükümetleri döneminde dört başarı yılı geçirdi. Bunda iktidarların yanı sıra başta CHP olmak üzere, muhalefet partilerinin de önemli katkısı oldu. Bu dönemin zirve noktası, 4 Ekim 2005 gününün ilk saatlerinde Lüksemburg’da AB Bakanlar Konseyi toplantı mekânına dönüştürülmüş hangarın dışındaki karanlık park alanının ucunda beliren otomobil ışıkları oldu. Türk heyeti Ankara’dan geldi. Çetin bir müzakere sonucunda uzlaşıldı. Resmen 3 Ekim tarihi ile kayda geçen karar ile müzakereler başladı. Fakat ilişkiler zirvede kalamadı. Aşağı kayışlar, tekrar yukarı çıkma çabaları, tökezlemelerle toz dumanlı bir dönem başladı. Demokratik reformların sağladığı siyasal güç ve ekonomik önemi sayesinde Türkiye AB ile müzakerelere olumsuz koşullara rağmen başlamıştı. AB anayasası taslağı Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilmişti. Avrupa’da ekonomik büyüme de iyice düşmüştü. Bu ortamda, üstelik birliğin bir üyesini resmen tanımadan, Ankara müzakerelere başlama başarısını gösterdi. Güney Kıbrıs bunun acısıyla AB hukukundan kaynaklanan yani veto yetkisini kullanarak Türkiye’ye zarar vermeye başladı. Eşzamanlı olarak Almanya’da, Avusturya’da ve özellikle Fransa’da “Türk korkusu” odaklı iç siyasal söylemlere rağbet arttı. Tabii bu olumsuz gelişmelerin hareket alanı sağlayan bizzat Türkiye’nin ivme, irtifa ve güç kayıpları oldu. Türk iç siyasetindeki gelişmeler Türkiye’yi zamanın göreceliğinde geriye düşürdü. Sadece AB ile ilişkilerde değil. Toplumsal kalkınma, dış politika, orta vadeli ekonomik reformlar, ülkenin uluslararası marka değeri ve bağlamındaki siyasal ve ekonomik çıkarları, bilgi toplumu, işsizlik… Türkiye küresel rekabet gücü kaybına başladı. Tabii ki olumlu birçok ilerleme kaydedildi fakat AB sürecinin gereklerine, küresel değişime ve Türk halkının dinamizmine kıyasla göreceli olarak ülke zaman kaybetti. Önce iç siyasete milliyetçi veya ulusalcı olma iddiasında tepkiler hâkim oldu. Hükümet bunun da etkisiyle demokratik reformlarda kronometreyi durdurdu. Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi ve merhum Hrant Dink’in katli özdeşleşen bir garip dönem başladı. Türkiye demokrasi olmakla övüneceğine, tekrardan özgürlüklerden, düşünceden korkan bir özgüvensizlik karanlığına sürüklendi. PKK bağlantılı dış odaklar, fanatik Ermeni ve Rum lobileri ve köktendinci Hıristiyan kesimler gibi Türkiye düşmanlarının çok sevindiği, güç kazandığı, Türkiye’nin milli çıkarları ve uluslararası saygınlığının zedelendiği bir gaflet ve delalet devri musallat oldu ülkenin kaderine. Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yumaklaşan süreçleri, Anayasa Mahkemesi kararları, asker-sivil siyaset tatbikatları, demokrasinin laiklik direğinin sorgulanır hale gelmesi, etnik milliyetçiliğin terörün caniliğine saplanması, siyasal gündemin dünya gerçeklerinden kopması… Eriyen zaman… En baş müzakereci AB ile müzakereler 2005’de başladı fakat Ankara hızla bir yeni ilişki yapısına geçemedi. AB ile müzakere sistemi kendine has bir doğaya sahip. Bütçe, kurumsal düzenlemeler, tarım politikası gibi bazı başlıklar dışında tam olarak bir pazarlık içeriğine sahip değiller. AB’nin tüketici hakları, çevre, ulaştırma, devlet yardımları gibi farklı alanlarda belli bir mevzuatı, politikaları ve idari yapısı var. Aday ülkeler bunlara uymak için gerekli değişiklikleri yapmak zorunda. Türk hükümeti de, Kıbrıs veya Fransa’nın yarattığı sorunlardan bağımsız olarak bu yolda ilerleme kararını aldı. Zaten, gerekli değişiklikler her şeyden önce Türk halkının yararına olan, yaşam kalitesini yükselten düzenlemeler. Ayrıca, Türkiye kendisini üye olmasa bile etkileyen AB’nin dış ticaret rejimi, ulaştırma ağları, ürün standartları, enerji politikaları gibi alanlarda AB’nin karar sistemine ortak oluyor. Çok önemli bir ulusal egemenlik çıkarı söz konusu. Fransa, İngiltere, İsveç, Macaristan, Yunanistan gibi tüm AB ülkeleri için de bu değerlendirme temel bir üyelik nedeni. İşte bu gerçekler Türk kamuoyuna iyi anlatılamadı. Bir iç iletişim politikası oluşturulamadı. Yalnızca kamuoyu ile iletişim değil, devlet içinde de iletişim zayıf kaldı. Asıl sorun kimin baş müzakereci olacağının ötesinde. fiimdiye kadar her aday ülke için geçerli olan ve Türkiye gibi büyük bir ülkede daha da önem kazanan bir fiili görev var: “En Baş müzakereci”. Bu rol Başbakan’ın. Bakanlar ve bürokrasi üzerinde sağlayacağı disiplinle, topluma karşı saydam bir şekilde, düzenli olarak hesap vererek, Başbakan AB’ye uyum sürecine siyasal önderlik yapmalı. Zamana yön verebilmek Türkiye’nin önünde 2015’te AB üyeliğine uzanabileceği bir zaman tüneli var. İnişli çıkışı, bol engelli fakat ilerlemesi olası ve hayırlı bir yol. Dünya siyasetindeki son gelişmeler, küresel ekonomik kriz, enerji jeo-politiği ve yeniden şekillenen uluslararası düzen Türkiye için yeni bir AB perspektifi oluşturmakta. Ayrıca, bizim de AB’nin daha etkin işleyen bir siyasal ve ekonomik yapı olması yönündeki koşullarımız iyi vurgulanmalı. Avrupa önümüzdeki dönemde önemli değişimler yaşayacak. Türkiye bu dönemde müzakere konumunu demokratik, ekonomik ve toplumsal gücüyle en yukarılara taşıyabilen bir evrim içinde olabilir. Bu çerçevede atılacak adımlardan bazıları şunlar: 1. Kamu personel rejimi, yeni teknolojiler, bilginin kurumlar arasında yatay paylaşımı, sivil toplumla işbirliği ve vatandaşa hizmetkârlık odaklı bir anlayış içinde devlet reformu hızla sonuçlandırılmalı. Ankara’da AB Genel Sekreterliği yasayla güçlendirilmeli, DPT’nin kurumsal kimliği ve AB sürecindeki rolü değişen dünya ve ülke koşullarına göre yeniden tanımlanmalı. 2. Bu kurumların gayet ayrıntılı bir şekilde hazırladığı AB üyeliğine giden yol haritası her bakanın ve devlet birimin sorumluklarını belirliyor. Başbakan her hafta Bakanlar Kurulu’nda tek tek bakanlardan ilerleme raporu sunmaları ister ve bunu toplumla paylaşırsa, kısa sürede devlete disiplin, iç ve dış kamuoyuna güven aşılanır. 3. Türkiye’nin insan kaynakları iyi değerlendirilmeli. Ülke içinde ve dışında ekonomi, finans, AB hukuku, bilgi teknolojileri gibi farklı alanlarda iyi yetişmiş birçok uzman, akademisyen, özel sektör yöneticisi ve uluslararası kurum çalışanı var. Başbakan’dan bürokrasiye, tüm devlet sistemi içinde stratejik çalışma geleneği güçlenmeli. ABD, Fransa, Avusturya gibi ülkelerde olduğu üzere, hükümette bakan olmakla milletvekilliği arasında bir bağ aranmayabilinir. Çok daha geniş bir insan sermayesine dayalı hükümet ve üst düzey bürokrasi oluşabilir. Ayrıca artık “Türk kadınını dışlayan devlet” zafiyetinden kurtulmalı. 4. Topluma AB süreci artıları ve eksileriyle iyi anlatılmalı. AB üye |
|||||