STRATEJİ Dr. Erol MÜTERCİMLER
STAM Stratejik Araştırmalar Merkezi Genel Koordinatörü br> TGAV Türk Gelecek Araştırma Vakfı Genel Koordinatörü
2006’dan 2007’ye Bakış
 
2007 yılının Türkiye açısından çok zor bir yıl olacağı hemen her çevrede genel kabul gören bir değerlendirmedir. Bu güçlüğün birinci nedeni, 2007’de iki seçimin yapılacak olmasıdır. Bu konuya aşağıda değineceğim.

2006 yılı ekonomik göstergeler açısından kimi çevrelere göre olumlu kimi çevrelere göre olumsuzdu. Ekonomist ya da finansçı olmadığım için değerlendirme parametrelerinin nasıl ele alınıp yorumlandığı hususunda hüküm yürütebilecek bir pozisyonda değilim. Ekonomide istikrar sağlandı bu da her şeydir, diyenlerden değilim. Çünkü devletlerin ve toplumların yaşamında ekonominin önemli olduğunu bildiğim kadar başka unsurların çoğu kez ondan daha önemli olduğunu düşünenlerdenim.
En önemli unsur toplumsal barış ve huzurdur.
Bu ne demektir?
Öncelikle iktidarın meşruiyetini kabul ettirmesidir. Ne yazık ki, bu konu, 2002 seçim sonucu ititbariyle kabul edilememiştir. Durum böyle olunca güvensizlik geçen dört yıla karşın gittikçe derinleşmiştir. Bu tıkanmanın önemli bir etkeni olmuştur. Durum böyle olunca iktidarın attığı tüm adımlar kuşkuyla karşılanmış, altında sürekli olarak art niyetler olmasa bile farklı niyetler aranmıştır. Hatta zaman zaman niyet okumaya dönmüştür.

Ekonomist olarak meseleleri, şova dönüştürmeden anlatan, tarafsızlığına ve akademik gücüne inandığım uzmanların yaptığı değerlendirmeye göre, Türkiye risk algılaması yüksek bir ülkedir. Örneğin açıklanmış olan enflasyon rakamının dokuzlar civarında olması bile güven unsuru değildir. Çünkü Brezilya neredeyse birkaç yüzlerden üçler düzeyine gelmiştir. Bu nedenle açıklanan sayı pek bir anlamsız kalmaktadır. Öte yandan ‘bastırılmış ve kontrollu serbest kur rejimi’ uygulandığı ve bunun da yaman bir çelişki olduğu ifade edilmektedir ki, sabırla bekleyen piyasa, kendi olması gereken dinamik kurallarını işletttiğinde bunun sonucu ne olacaktır sorusunu da ortada tutmaktadırlar.

Enflasyonun düşük, borsanın kaybettiren, faizin ise yüksek oluşunu Türkiye’nin risklerle dolu bir ülke ve piyasa oluşuyla açıklayan bazı uzmanlar, yabancı paranın hâlâ umudunu yitirmediğini de belirtmektedirler. Fakat üretimin, yatırımın, istihdamın olmadığı bir piyasa ile bu konulara öncelik tanıyacak bir siyasi gücü olamayan iktidarla 2007’nin sorunsuz yaşanacağını söylemek pek iyimserlik olacaktır. İyimserliğin ötesinde kendini aldatmaktır. Buradaki sorun Türk işadamının henüz ‘yerli olamayışından’ ve özel sektörün ‘özelleştirilemeyeşinden’ ileri gelmektedir. ABD’yi bir kenara bırakarak yalnızca Avrupa ekonomi tarihine bile baktığımızda, bizdeki girişimci ve oluşan yerli sermayenin gerçek bir burjuva ahlakına ve dünya görüşüne henüz sahip olmadığını görmekteyiz. Zaten tüm sorun da buradan çıkmaktadır. Eğer burjuvazimiz oluşmuş olsaydı ve bu burjuva da kendi iç dinamiği gereği olarak ulusalcı olabilseydi, bunun ne denli önemli, olmazsa olmaz bir koşul olduğunun farkına varsaydı, zaten iktidarların kim olduğunun ve onların dünyaya bakışlarının ne olduğunun pek fazla önemi kalmayacaktı. Bizdeki özellikle küçük ve orta büyüklükteki işadamı ‘cebindeki sermayenin balık olduğunu bildiğinden’ güçsüzlüğü nedeniyle ürkektir. Bunun sonucu olarak da, uçakta birlikte seyahat ettiği başbakan ne derse, uçaktan indikten sonra, onun söylediklerini sağda solda söylemeyi iş edinmektedirler. Her nasılsa kulağına gider umudu taşımaktadırlar. Böylece de iktidara yakınlıkları pekişecektir düşüncesi onlara hakimdir. Durum böyle olunca, matematik akıl yerine aritmetik akıl egemen oluyor, sayıların her şey olduğunu sanıyorlar. Bilançolarındaki şişkinlik onlar için önemli hale geliyor. Halbuki bilmeleri gereken, ‘para kazanmanın strateji olmadığıdır’.

Günümüz dünyasında üç sermaye çatışma halindedir, bunlar; petrol ve silah sermaye gücü, finans sektörü ve bilişim sektörü. ‘Dijital sermaye’ farklı bir dijital dünya yaratacaktır. ‘Petrol ve silah sektörü’ aritmetik aklı egemen kılarken, ‘dijital sektörü’ matematik aklı öne çıkarmaktadır. 2006 yılında bunun farkında olmadığımızı gördüm. Bu konuyu burada bırakıyorum, siyasi gelişmeler açısından değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Avrupa Birliği ile ilişkiler bizim cumhuriyetimizin vizyonudur. 1963 yılından bugüne kadar tüm hükümetler ve başbakanlar farklı boyutlarda olmak üzere bu konunun takipçisi olmuşlardır. AKP iktidarı, içinde bulunduğu durumun güçlüğü nedeniyle öteki iktidarlardan daha ateşli olarak, girişimlerde bulunmuştur. Fakat, hepimizin gözü önünde olan bir olayı, gerçek boyutları dışında ve kendi gerçekliğini inkâr ederek sunmaya çalıştığı için, kısa bir süre sonra, büyük umutlarla başlayan yolculuk, düş kırıklığıyla sonlanmadı ama tünelin ucundaki karanlık nedeniyle de ilerlenemeyeceği görüldü.

Avrupa artık birlik olarak en doğu sınırlarını çizmiştir. Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’nın ocak 2007 itibariyle netleşmiş üyelikleri, AB’nin Türkiye’ye gereksinimi olmadığını da ortaya koymuştur. Son iki üyelik, AB’nin gerçekten sorununun hazım olduğunu da göstermiştir. Balkanlar’daki üyelerin toplam nüfusu Türkiye’nin yarısı kadardır. Öteki ekonomi ve güç parametrelerine de baktığımızda neredeyse Türkiye’nin yarı gücüne ve potansiyeline sahip oldukları ortadadır. Bu değerler ışığında bakılması bile, Türkiye’nin 2006 yılında kendisini aldattığını çıplak biçimde gözler önüne sermektedir. O halde 2007, AB ile ilişki açısından çok umutsuz bir yıldır.

AB’nin doğu sınırını çizmiş olmasıyla Türkiye, ticari bakımdan çok büyük kayıplara uğrayacaktır. Bulgaristan’dan geçiş yapmak zorunda olan TIR’ların durumu ve seyahat edeceklerin vize sorunu herkesin bildiği konudur. Öte yandan, duvarın yıkılması ya da demirperdenin inişinden sonra, Laleli esnafı olarak simgelenen bavul ticaretine dayalı küçük esnafımızın iyileşen ekonomik ve ticari durumu, artık tamamen kötüleşecektir. Zaten bir darbeyi kesilen Rusya ticaretiyle yemişlerdi, şimdi de ikincisiyle karşılaştılar. AB’ye son alınan iki Balkan ülkesi, Türkiye’nin ne denli bir kayba uğradığının göstergesidir. Batı sınırı böylece kapatılmış olan Türkiye’nin ticaret açısından doğu ve güney sınırları açık mıdır?

Bu sorunun yanıtı kendi içinde barınmaktadır. “Hayır” kapalıdır. Kafkas ülkelerine ne satacaksınız ve Türkiye gibi dev bir ülkeyi bu satışlar besler mi! Özellikle Almanya ve Fransa ile ticarete açık olan İran sınırı da kapalıdır. Gelelim güneyimize... Bilmem Irak meselesini anlatmaya gerek var mı! Bir kaç işadamımızın aldığı ihaleler ve ABD’liler üzerinden yaptıkları kişisel bağlantılar dışında yapılabilecek bir şeyin olmadığını değerlendiriyorum.

Bu anlattıklarım, Türkiye’nin gittikçe yalnızlaştırıldığını gösteriyor. 2006 yılı hükümetin hükmetme, yani iktidar olduğu halde iktidarsız olduğunu göstermesi açısından ilginç olmuştur. Hükümet olmak demek, devlete egemen olmak demek değildir, bunu göstermesi bakımından da özel bir örnek teşkil etmiştir. Adına devlet dediğimiz kurumlarla, kavga ederek, cumhuriyetin kuruluş felsefe ve ideolojisiyle çatışarak bir yere varılamayacağının görülmesi bakımından da, gelecek iktidarlara önemli bir ders niteliği taşımıştır. Bunu söylerken, AKP’nin bir siyasi parti olduğunu, bu nedenle de kendi parti programı ve ideolojisi olduğunu ve bunu da uygulama konusunda seçmenine-tabanına söz verdiğini ve bunu da tutmak zorunda olduğunu da göz ardı etmiyorum. Yine bir siyasi partinin, devletin temel kuruluş felsefesiyle uyum ve uygunluk içinde olması gerekmediğini de, siyaset bilimi açısından biliyorum. Fakat, Türkiye gibi henüz sosyal alanda laik devrimleri oturtamamış, demokrasiyi kurtaramamış ülkede, duyarlılıklar devam ettiği için, siyasi iktidarın attığı her adım paranoyak algılamara yol açmaktadır. Bu da doğaldır. Yukarıda dediğim gibi iktidarın meşruiyetinin tartışılır olması nedeniyle güvensizlik had safhadadır. Bu 2006’da aşılamamıştır, zaten iki seçimin yapılacağı 2007’de hiç aşılamayacak, tam tersine katmerlenecektir.

Hiç istenmediği halde 2006 yılı ordu-iktidar çatışmasına sahne olmuştur. Özellikle Orge