|
|||||
|
|||||
Türkiye, hazırlıksız yakalandığı 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nden bu yana, çağdaş bir afet yönetim planına sahip olabilmek için pek çok girişimde bulundu. Hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan, ilgili bürokrat ve akademisyenlerini, dünyanın bu konulardaki en ileri örneklerinin bulunduğu ülkelere yolladı. Buralardan en gelişmiş sistemleri kuran uzmanları ülkemize getirterek eğitim, önlemler, hazırlık, zarar azaltma, müdahale ve diğer ilgili konularda en üst düzey bilgiyi ülkemize aktarmaya çalıştı. Daha önce hiç ayrılmamış miktarlarda büyük bütçelerle ekipman ve teknoloji eksiğini fazlasıyla kapatmaya çalıştı.
Sivil, asker, gönüllü, porfesyonel veya özel olarak kurulan arama kurtarma ekipleri sayısında yaşanan olağanüstü büyümeye ve bu amaçla büyük maliyetler üstlenilerek kurulan bütün malzeme depolarına rağmen kalıcı, kesin ve sürdürülebilir bir afet planlaması yapıldığını, tatmin edici verimlilikte bir sonuca ulaşıldığını söylemek zor olacaktır. Bunun en önemli sebebi de, toplumsal hayatı oluşturan konuların, her seviyede birbiri ile doğrudan ve dolaylı ilişki içinde bulunması ve bu karmaşık gibi görünen ama birbiri ile ilintisi kaçınılmaz olan süreçlerde, sadece tek boyutlu iyileştirmelerle bir yerlere varılamayacak olmasıdır. Tıpkı, Liebig’in yasasında ifade edildiği gibi. Biyolojide, minimum yasası, veya sınırlayıcı etkenler ilkesi olarak geçen Liebig Kanunu’na göre; çevrede yeterli miktarda bulunmadığı zaman biyolojik gelişimi sınırlayan maddelere sınırlayıcı etken adı verilir. Buna göre bir bitkinin gelişmesi için gerekli kimyasal maddeler arasında hangisi bitki için gereken minimum miktara en yakın değerdeyse o maddenin büyümeyi sınırlayıcı etkisi görülecektir. Bir diğer deyişle, bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler. Bu yasa, toplumsal hayatı da yaşayan, değişen ve gelişen bir organizma olarak değerlendiren sosyologların da ilgisini çekmiş ve toplumsal hayatla ilgili konularda da kullanılmış. Kişisel kanaatim olarak bir ülkenin A’sı ne ise Z’si de odur, o olmak zorundadır. Trafik konularında, yolsuzluk konularında, eğitim sorunları konularında, sosyal güvenlik ve sağlık sistemleri konularında, hukukun hızı ve etkinliği konularında, kaçak yapılaşma veya kaçak elektrik kullanımı konularında dünya sıralamasında yerimiz hepimizin bildiği ve utandığı konumdayken, afet zararlarının azaltılması, afetlere hazırlık konularında, son 4 -5 yılda yapılan bütün iyi niyetli çabalara ve kaynak aktarımlarına rağmen, Japonya gibi, Amerika gibi olmamızı beklemek hayalperestlikten başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bir organizmada bütün bileşenler birbiri ile doğrudan ve dolaylı etkileşim içindedir. Sadece biri üzerinde kurgulanan, diğerlerinin çok ötesinde bir ölçekte iyileştirme veya dönüştürme çabaları, diğerleri gözardı edildiği sürece başarılı olma şansına sahip değildir. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet gibi konuları veya medyanın televole ve magazin programlarını veya eğitim ve sağlık sorunlarımızı veya tinerciler ve sokak çocuklarını birbirinden bağımsız, birbiriyle ilgisiz konular olarak ele alıp, sadece kendi çerçevelerinde değerlendirirsek ve çözüm çalışmalarını da bu sınırlılıkla yapmaya kalkarsak büyük bir yanılgıya düşeriz. Bir sistem, belirli bir alanda yer alan ve birbiri ile doğrudan ve dolaylı ilişki içinde bulunan unsurlardan oluşur. Toplumsal hayatı ve toplumsal hayatın her alanını da benzer şekilde bir sistemin parçaları olarak ele almamız ve herhangi birinde çözüm veya iyileştirme çabalarını değerlendirirken de, diğerleri ile olan ilişkilerini ve etkileşimini de gözönünde bulundurmamız gerekir. Bu anlamda bakıldığında, ülkemizin çok ciddi ve uzun süredir devam eden artık kronikleşmiş sorunları olduğunu ilk başta kabul etmemiz ve çözüm arayışlarımızda da kendimizi kandırmaktan dikkatli bir şekilde sakınmamız gerekmektedir. Bugün başbakanı, bakanları yüce divanda yargılanan, silahlı kuvvetlerinin en üst düzey paşaları benzeri gerekçelerle hapislere düşen, milli savunma bakanı hapiste olan, yolsuzluk ve rüşvette dünya sıralamasında başlarda yer alan bir toplumda, sorunları-mızı sadece göründüğü yerde ve göründüğü kadarmış diye algılayarak bir yere varamayacağımızı anlamamız gerekmektedir. Hepimiz daha iyi yaşam koşulları istiyoruz, buna da elbette ki hakkımız var. Ancak sadece istemek ve sorunları tek boyutlu, sadece göründüğü yerde ele alıp çözmeye çalışmak bu isteğimize kısa dönemde ulaşmamıza ne yazık ki olanak vermeyecektir. Türkiye’nin sorunları ne yazık ki kısa dönemde çözülemeyecek kadar ciddi ve köklüdür. Asla çözümsüz değildir, sadece çözecek niyete ve iradeye, daha da önemlisi bu iradeyi uzun soluklu takip edebilecek bir sisteme ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle sorunlarımıza bütüncül bakış açısı ile bakmalı, sistem içerisinde, sadece o anda patlak veren yeri geçici olarak yamamaya çalışmaktan vazgeçip, sistemin bütününü ele geçirmiş olan hastalıklarla doğrudan ve etkin bir şekilde mücadele etmemiz gerekmektedir. Aksi taktirde, depremde hasar gören bir binanın sadece sıvasının yenilenip, ana taşıyıcı yapısının aynı hasarlarla ancak bir dahaki depreme kadar dayanabileceği, son derece hassas ve kırılgan yapısı ile tesadüfen ayakta kalan bir yapıdan farkımız olmayacaktır. Türkiye bundan daha iyisine layıktır, ülkemizi çağdaş medeniyetlerin üzerinde layık olduğu yere ulaştırmak konusunda, gerçekten kararlı isek, doğanın yasalarını ciddiye alarak hareket etmemiz gerekmektedir. Öncelikle gelişmemizi, düzelmemizi sınırlayan, her türlü engelle ayrı ayrı mücadele etmeliyiz. Tıpkı Liebig’in bize öğrettiği gibi... |
|||||