|
|||||
|
|||||
Son dönemlerde değişik vesilelerle gündeme gelen ve ne yazık ki
açık bir ifade olmakla birlikte sıklıkla yanlış yorumlanan egemenlik kavramı üzerinde bir süredir özel bir ilgi ile düşünüyor ve bu kadar
farklı yorumun sebebini tam olarak anlamaya gayret ediyordum. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni üzerine kurduğu; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” sözü, çoğu kez çeşitli gruplar tarafından yanlış yorumlanarak, yanlış açılımlara sebep olmuştur. Çıkış noktası yanlış olunca da buradan yapılan çıkarsamalar da külliyen hatalı olarak devam etmektedir.
Öncelikle, Anayasamızda, 6. maddede işlenen Egemenlik kavramını dikkatlice irdeleyelim. VI. Egemenlik Madde6.- Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. 6. madde gayet açık olarak “Egemenlik” olgusunu ifade ettiği halde, millet adına bu yetkiyi elinde bulunduran, demokratik yöntemlerle işbaşına gelmiş bazı milletvekilleri ve hükümetin üst düzey yetkilileri, geçmişte de bugün olduğu gibi bazen bu maddenin sadece birinci cümlesini dikkate alarak, kendilerini millet adına her türlü kararı alabilme ve yetkiyi kullanabilme konusunda sınırsız güce sahip zannetmişlerdir. Oysa ilk cümlede verilen yetki hemen takibeden cümlelerde, “Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organların eliyle kullanılır” ifadesiyle, kim tarafından kullanılacağı ve nasıl sınırlan-dırılacağı konusunda tanımlanmıştır. Daha açık bir ifade ile hiç kimse, ki buna yetkili organlar da dahildir, Anayasanın koyduğu esasların dışında veya üzerinde bir yetkiye sahip olamaz. Örneğin 550 milletvekilinin 550’si biraraya gelse ve hepsi altına imza atsa, Anayasamızın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez olan 1., 2. ve 3. maddelerinde herhangi bir değişiklik yapılamaz. Anayasada belirli koşullar sağlandığı taktirde, bazı değişimler ve yeni açılımlar yapılabilir ki bu da her zaman bir tartışma konusu olmuştur. 12 Eylül Anayasa’sının bugünün ihtiyaçlarının bir kısmına cevap veremediği veya hantal kaldığı durumlar elbette ki mevcuttur ve bu durum en iyi düşünülmüş Anayasada bile, sürekli değişen bir dünyada çok doğal olarak gelecekte de karşımıza çıkabilecektir. Buradaki en önemli unsur milletin iradesinin devletin temel ilkeleri doğrultusunda doğru ve etkin temsilidir. Daha açık bir ifadeyle bu ortak metinden ortak bir yorum çıkması en önemli ihtiyaçtır, ancak ne yazık ki ulusal menfaatler konusunda bir fikir birliği olamadığı için bu her zaman mümkün olamamakta ve bu durum hepimizin izlediği gibi sorunlara yol açabilmektedir. Bu ortak yorumun nasıl sağlanacağını söylemek zor ve bütün kilit önemine rağmen bu yazının konusu dışında, o yüzden bunun üzerinde fazla durmak istemiyorum. Yine de yeri gelmişken bir cümle ile şunu söylemek isterim. Milli Güvenlik Siyaseti belgesini kendi vatandaşından saklayan sistemin bu sıkıntılarda büyük bir payı olduğunu düşünüyorum. Egemenlik devlet kudretinin temel vasfıdır. İç hukukta en üstün kudreti, uluslararası hukukta da bağımsız devlet gücünü ifade eder. Milli Egemenlik ilkesi ancak demokratik ve hukuk devleti ilkeleri ile hukukun üstünlüğü sağlandığı taktirde hayat bulur. Egemenliğin temsilinde milletinden aldığı yetkiyi kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, ancak bu önşartlar ile icraatında milli iradeye uygun hareket edebilir. Demokrasi ve hukukun üstünlüğünün olmadığı durumlarda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu kavramı sadece lafta kalır. Birinci boyutuna bu şekilde değindikten sonra, “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir” cümlesinden ne anlamamız gerektiğine daha detaylı bakalım. Egemenlik; devlet ve yurttaş arasında karşılıklı aidiyet bağı oluşturur. Çok doğal olarak her ikisi de varolmak için birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Bu ilişkinin en doğru ve sağlıklı yöntemi de egemenlik gücünü yurttaşının meşru iradesi ve kabulünden alan devlettir. Devletin temel görevi; ulusal menfaat kavramı çerçevesinde, devletin bekası ve güvenliği ile milletin refahını sağlamak için ulaşılması ve korunması gereken amaçları yerine getirmektir. Bütün uygulamalar bu temel önceliğe odaklı olarak yapılmalıdır çünkü ancak o zaman devlet ve yurttaş arasında, kaynakların kullanımı, paylaşımı ve geleceğe dönük vizyon konusunda ülkü birliği olacak ve ilişkideki meşru zemin korunabilecektir. Egemenlik konusunda kişisel kanaatim olarak bir diğer önemli yanlışı da, milletin vekili olma pozisyonu ile kişisel yetkilerini bir ayrıcalık olarak gören bazıları gibi, yaşadığımız çağın birinci ve en kaçınılmaz kuralı olan değişim yasasını tam olarak kavrayamayan ve değerlendirmelerini, iyi niyetlerine rağmen katı kalıplar içinde ve aşırı milliyetçi bir yaklaşımla yapan ve dış dünyayı reddeder bir tutum içine girenler yapmaktadır. Bu bağlamda çok yakın zamanda tartışmamız ve bir mutabakata varmamız gerekecek konu, Avrupa Birliği uyum yasaları sürecinde Anayasamızda “Egemenlik” kavramı üzerinde yapılması gereken düzenlemeler olacaktır. Avrupa Birliği’ne ne kadar sürede girebileceğimiz apayrı bir tartışma konusudur ancak, egemenlik kullanımı konusunda kamuoyunu bir takım yeni açılımlara hazırlamak zorunluluğumuz olduğu da bir gerçektir. Gerçek hayatta durum bambaşka olmakla birlikte, yıllarca kendimize özgü bir yaklaşımla ve Anayasamızdaki “Egemenlik” tanımlamasının sadece görünür anlamıyla karşılaşmış kişi ve kurumların, bu tartışmalar öncesinde herhangi bir aşırı görüşün yanıltmalarına kapılmamaları için mutlaka doğru ve sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Örneğin, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kişisel başvuru hakkının tanınması (geçtiğimiz süreçte başımızın belası olan Louizidu davasını hatırlayın) ve diğer pek çok uluslararası anlaşmanın içeriğinde her ulusun belirli ölçekte egemenlik kaybı vardır. Ancak bu anlaşmaların tamamı her ulusun kendi milli güvenlik siyaseti belgesinin temel unsurlarından biri olarak ortaya koyduğu, devletin bekası ve güvenliği ile milletin refahı olarak tanımlanabilecek ulusal menfaatlerin sağlanması yolunda çok önemli adımlar olduğu için, karşılıklılık ilkesine dayalı olarak ve anayasaların dokunulmaz özüne ilişkin olmayan kısıtlamaları içerecek şekilde, pek çok ülke kendi anayasasına egemenlik yetkilerini kısmen sınırlayacak ama kendini korumaya alacak maddeleri ilave ederek bu değişimi yapma yoluna gitmektedir. Sırası geldiğinde Türkiye de kaçınılmaz olarak bunu yapmak durumunda olacaktır. Ancak dış dünya ile entegrasyonu hedefleyen bir Türkiye için bu durum hiçbir şekilde Atatürk’e ve silah arkadaşlarına ihanet olarak nitelendirilmemelidir. Aslında AB üyesi ülkelerin anayasalarında yaptıkları değişikliklerle daha da detaylandırılabilecek bu konuyu burada kesip, nedense pek üzerinde durulmayan ancak bence çok önemli olan bir diğer bakış açısına geçmek istiyorum. Uluslararası literatürde “Founding Fathers” olarak nitelenen, “Kurucular Kurulu” veya “Kurucu İrade” olarak tanımlayabileceğimiz ve her devletin kuruluşunda, bazen kurtuluş mücadelesinde ve elbette ki bir devlet olmanın önkoşulu olan egemenliğin ve bağımsız anayasanın tesis edilmesinde öncü ve kural koyucu olan kişilerin koydukları temel ilkelerin tartışmaya bile açık olmaması gerekliliği ve şartıdır. Bu konunun daha iyi anlaşılması için, kurucularından biri olduğum ve halen Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütmekten büyük onur duyduğum Arama Kurtarma Derneği - AKUT’un, bir paragraftan oluşan varoluş amacının belirtildiği misyonunun ve nasıl işleyeceğinin belirtildiği beş maddeden oluşan temel değerlerinin yazılı olduğu ana belgenin dernek içerisinde tartışmaya bile açık olmadığını basit bir örnek olarak vermek isterim. Biz küçücük derneğimizde bile kurucu iradenin koyduğu temel d |
|||||