|
|||||
|
|||||
Yaz rehavetine rağmen Ağustos ayı içinde AB üyeliği meselesi basında haber oldu. Orhan PAMUK’un üyelik projesinin akamete uğradığı tesbiti ve Tavak’ın hiç şaşırtıcı olmayan kamuoyu araştırması bu teveccühün vesileleriydi. Her konuda olduğu gibi AB üyeliği konusunda da tuhaf bir ülke burası. AB’nin süzülmüş norm, standart ve prensipler silsilesi bize sunulmuş olarak orada duruyor. Bu müktesebatın, düzgün iş yapma kalıplarının içerdeki değişim azmiyle harmanlanarak 2002-2005 arasındaki daracık zaman diliminde nasıl buraları dönüştürdüğünü unuttuk gitti. Başa sarınca ve iç dinamikle yetinmeye çabaladıkça o başarılı dönemin kazanımlarının çoğu eridi gitti. Oysa çözemediğimiz ve kanaatimce hiçbir zaman kendi başımıza çözemeyeceğimiz pek çok sorunun cevabı AB elkitabında mevcut. Bu iddianın dayandığı iki nokta var. İlkin buraların iç dinamikleri dönüşüm için yeterli değil. Bunun bir dolu tarihi nedeni var. İkincisi Türkiye herşeye rağmen ve zorla da olsa batılılaşmış bir ülke. Yetersiz iç dinamiğin nedeni batılılaştırılma olabilir ama bunu sıfırlamak artık mümkün değil. Süreci terse döndürmek veya yarıda bırakmak da kabil değil. Ya da kabil ama bugün olduğu gibi çok tehlikeli. Soru kitapçığı batılı olunca cevaplar doğulu olabilir mi? Bunun olamayacağını bir tek ekonomi yönetimi anladı. Şangay Kriterleri’nde Kürt çatışmasına, GDO’lu ürünün takibine, sendikal örgütlenmeye, kentsel ahenge, eğitimde anadile, ademimerkeziyete, futbolda ve her şeyde şikeye çözüm var da bizim mi haberimiz yok? Bugün bulunduğumuz eşik burası. Bir aralar AK Parti Grup Başkanvekili Nurettin CANİKLİ ‘AB’nin bize faydasından çok zararı olacağını düşünüyorum. Biz şu anda Avrupa’nın bize sağlayacağının çok çok üzerinde gidiyoruz’ diye şişiniyordu. Meali şu herhalde: Türkiye’nin sorunlarını çözmek için ürettiği çareler ve bulduğu cevaplar yeterli olduğu gibi Avrupa’nınkilerden daha üstündür. Aşırı özgüven sinsi ve vahim bir hastalık, ilk emaresi ise körlük. Bu ‘Avrupaalaycılık’ gittikçe gündelik dile bulaşıyor. Avrupakuşkuculuğun yeni sürümü. Siyasetçiden sokaktaki adama kadar uzanan ve milletçe pek hoşumuza giden bir ‘zavallı Avrupa’ edebiyatıdır gidiyor. Cumhurbaşkanı’nın geçen yılki İngiltere ziyaretinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kasten ‘böyle zavallı bir birliğe, böyle yarım bir başkanlık olacak’ diyerek tuz biber ektiği bir ruh hali. Bu milli heyecanın arkasında avro bölgesinin içinde bulunduğu zor durum kadar Türkiye’nin içinde bulunduğu özgüven patlaması var. Bir defa, Avrupa’nın gelişmiş ve artık büyüme payı kalmamış ekonomileri ile gelişen Türkiye ekonomisini karşılaştırmak abestir. Keza Avrupa’nın yani 12 trilyon avroluk, Türkiye ekonomisinin 16 misli, dünyanın en büyük ekonomisinin kriziyle her fırsatta dalga geçmek, bu durumun senin üzerindeki etkisinden bihaber olmak demek -ki bu pek basiretli değil. Ali Babacan ile Mehmet Şimşek, bir numaralı işortağımız Avrupa’nın yavaşlamasıyla kapımıza dayanmakta olan sıkıntılara epeydir işaret ediyorlar. Veriler ortada: AB Türkiye’nin bir numaralı ticari ortağı ve bir numaralı yabancı sermaye kaynağı. Avrupa hapşırdığında -ki hapşırmaktan beter durumda, Türkiye hastalanacak. Elbette burada tek neden Avrupa’nın içinde bulunduğu durum değil. Yıllardır hiçbir ciddi yapısal reform yapmayan, diğer tarafta muazzam kaynak israfına sebebolan Kürt çatışmasını çözemeyen Türkiye’nin kendisinin bu tıkanıklıkta ziyadesiyle payı var. İşin ironik yanı tam da burada: Adını sarf ettiğim sorunlar artık beğenilmeyen Avrupa’da çoktan çözülmüş durumda. Diğer bir deyişle banka karları, iç tüketim patlaması ve inşaat furyası Avrupaalaycılık için yeterli değil. Hele kıstas, birey ile toplumun esenliği ve doğanın bekasıysa, Türkiye’nin Avrupa ile boy ölçüşebileceği, kıyaslamada önalacağı hiçbir performans yok. Bir defa Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar sorun yok. AB ülkelerinin en zayıfı ve en zorda olanı ile yapılacak bir karşılaştırma, buradaki sorunların nitelik ve nicelik açısından o ülkeninkilerin ne kadar üzerinde olduğunu bir bakışta gösterecektir. AİHM’deki Türk yargıç Işıl KARAKAŞ’ın şu beyanı kâfi:‘Türkiye özellikle uzun tutukluluk süreleri, ifade ve basın özgürlüğü konusunda en kötü durumdaki devlet!’ Nitekim Türkiye’nin dünyanın çeşitli sıralamalarındaki yeri beyanı teyidediyor. Geçenlerde bu sütunda yazdığımı tekrarlayayım: Avrupa’da şiddetle bu kadar yatıp kalkan, doğaya böylesine saldıran, vatandaşını böylesine hırpalayan bir memleket, hükümetin tüm geçmiş icraatına rağmen, yok. Ne anayasa yapma biçimi, ne Kürt çatışmasını çözme biçimi, ne yargının işleyişi, ne temsil adaleti, ne demilitarizasyon, ne adil yargılama, ne ademimerkeziyet, ne şeffaflık, ne basın ve ifade özgürlüğü, ne doğa koruma, ne insan ve hayvan sağlığı, ne çalışma hukuku, ne kent yönetimi, ne atık yönetimi tatminkâr bu memlekette. Avrupa ülkeleriyle alay ederken Avrupa ilkeleriyle alay etmeyelim çünkü onlara daha çook ihtiyacımız var. |
|||||