|
|||||
|
|||||
Avrupa Birliği üyeliğimiz konusunda birkaç zamandır adına imtiyazlı ortaklık denilen, içeriği belirsiz ancak imtiyazlısözcüğünün meselelere hakim olmayanların iştahını kabarttığı bir teklifle karşı karşıyayız. AB-Türkiye ilişkilerine dair bu sihirli formül, 2004 yazından beri Türkiye`nin üyeliğine karşı çıkan AB’liler tarafından gündemde tutuluyor. Alman Hıristiyan Demokratlarıyla Fransız Muhafazakarları arasında bu konuda resmî bir kutsal ittifak var. Kabaca tam üyelikten düşük ama şimdiki gümrük birliği ilişkisinden yüksek bir statü olarak tanımlanan imtiyazlı ortaklığın tam üyelikten düşük olmasını anlamak nispeten kolay. AB kurumlarının karar mekanizmalarına dahil olmayacaksınız, anlamını taşıyor. Fakat, başta 1996’dan bu yana işleyen gümrük birliği ve 1999’dan bu yana dahil olduğumuz yeni AB programlarından (6. Çerçeve Araştırma-Geliştirme, Çevre Ajansı, Sokrates, vs..) daha üstün bir statü ne anlama gelebilir, o belli değil. Konuyla ilgili az sayıdaki literatüre göz attığımızda, imtiyazlı ortaklığı savunanların bunun içeriğine ciddi bir şekilde kafa yormamış olduğu hemen göze çarpıyor. Aslında, bu formülü savunanlar imtiyazın içeriğinde müspet bir yenilik önermekten aciz olduklarından imtiyazı menfîleştirerek Türkiye’deki bazı çevrelerde cazip kılmaya çalışıyorlar: Demokratikleşmeme imtiyazı, çevreyi korumama imtiyazı, sosyal hakları vermeme imtiyazı... İmtiyazlı ortaklık, bu formülü dayatmaya çalışan AB ülkeleri politikacıları açısından dahi hiçbir somut politikaya tekabül etmiyor. İçeriğinin ne olduğu belli olmadığı gibi Türkiye’nin tam üyeliğini istemediği varsayılan Avrupa halklarının imtiyazlı ortaklık formülünü benimseyeceğini kim garanti ediyor? Benimseyeceklerini varsayalım, eğer Avrupalı yöneticiler halklarına bu formülü kabul ettirmekten bu kadar emin iseler neden aynı irade ve çabayı tam üye olacak bir Türkiye’nin AB’ye yapacağı katkıları anlatmak için göstermezler. Zira bu konuda zikir ile fikir, dile getirilenle düşünülen aynı değil. Merkel, Sarkozy ve Schüssel’in meselesi AB vizyonu ve dolayısıyla genişlemenin mimarlığı değil popülizm ile müslüman sevmezlikten beslenen bir şuursuzluk. İmtiyazlı ortaklık eğer Kopenhag Siyasî Kriteri’nden muaf tutulmak anlamına gelecekse bu muafiyetin toplumsal barış açısından ağır bedeli olacağını 1999’a kadar olup bitenleri hatırlayarak bilmek zor değil. AB ilişkisi açısından ise, Türkiye’nin birgün, kimi üye ülkelerin aklındaki "süper market AB"ye imtiyazlı ortak olarak dahil olması dahi hukuk devleti, demokrasi, insan hakları konularından muaf tutulacağı anlamına gelmeyecektir. Zira siyasî istikrarsızlığın sonuçları daima AB’ye yansıyacaktır. Buna ilaveten "tüccar" bir AB’ninbile yakın coğrafyasında siyaseten istikrarsız bir ülkeyle ticarî ve malî ilişkiye girmesi, şeffaflık, hesap verebilirlik ve yatırımların istikbali açısından çok zor görünüyor. Sonuç itibariyle imtiyazlı ortaklık, Türkiye’yi AB’nin siyasî karar mekanizmalarından men ederek entegrasyonu engelleyen, bunun karşılığında imtiyaz diye demokratikleşme konularında muafiyetten başka bir şey öneremeyen, ama aynı zamanda da Türkiye`nin "sarsılmaz dostluğu"ndan dem vurarak Avrupa`nın güneydoğu sınırlarını garantiye almak isteyen ahlaksız bir teklif olarak önümüzde duruyor. Sorun AB tarafında olduğu kadar bu teklifi burada ciddiye alarak Türkiye’yi yolundan çıkartmaya çalışanlarda. |
|||||