|
|||||
|
|||||
Yaşam standardı deyince doğal olarak gelir düzeyi önem kazanıyor. Hal böyle olunca da Türkiye’deki mevcut gelir düzeyi ve sergilediği olumsuz eğilime rağmen Avrupa Birliği standartları yakalanabilir mi diye sormak gerekiyor. Malum müzakere süreci büyük ölçüde standartlarla ilgili. Bu konuya tersten bakmak da mümkün: AB’de gelir düzeyi düşmeye devam etse bile mevcut yaşam standardını ve istikrarı korunabilir mi? Yukarıdakine benzer soruların yanıtı aslında belli. Sahip olunan gelir düzeyi ve gelirin o toplum içindeki dağılımı yaşam standardı, hukuk devleti anlayışının karakteri ve demokrasinin kalitesi üzerinde belirleyicidir. Gelir dağılımı bozuldukça ve ortalama gelir geriledikçe hukuk devleti çizgisinden uzaklaşılır, toplumsal uzlaşıya dayanan çözümlere ulaşmak imkansız hale gelir. Mecliste uyum yasaları çıkarıp, Batı standartlarını kağıt üzerinde benimseseniz bile durum değişmez; gelir düzeyinden bağımsız olarak yaşam standardı yükselmez. AB standardını yaşamak için öncelikle gelir ve ortalama eğitim düzeyinin onlardaki seviyeye yükselmesi gerekir. Bu aşamada sormak gerekiyor en az 15 yıl süreceği iddia edilen AB müzakere süreci nasıl olup da gelir ve eğitim düzeyimizi yükseltecek? Bunu mümkün kılacak enerji nerden ve nasıl bulunacak? Konuya bu açıdan yaklaştığımızda siyaseten bayrak yapılan AB söylemlerinin temelsiz olduğu dikkati çekiyor. Bunun iki temel sebebi var. AB’de gelir düzeyinin gerilemesi önlenemediği sorunlar ağırlaşıyor, içine girilen derin krizden nasıl çıkılacağı bilinmiyor, geniş kesimlerin dışladığı liberal çözümler ise hem gelir hem de dağılım üzerindeki etkisi nedeniyle yaşam standardını daha hızlı bir şekilde düşürecek gibi görünüyor. Enerjisi kendi sorununu çözmeye yetmeyen AB’nin bu açıdan Türkiye’ye olumlu katkısı olmayacak. Diğer sebep ise sermaye hareketlerinin ülkemizdeki ortalama gelir ve dağılımı üzerindeki etkisi ile ilgili: zira net sermaye girişi oldukça Türk lirası değerleniyor, yerli üretimin rekabet gücü erirken yarattığı katma değer küçülüyor ve kayıt dışılık büyüyor. Bir yandan ortalama gelir azalırken diğer yandan faaliyet dışı gelirler gelir dağılımını hızlanan bir şekilde bozuyor. Gelen sermayenin yatırım yapıp istihdam yaratmak yerine portföy yatırımı, kısa vadeli borç veya mevcut bir tesise ortak olmak şeklinde gelmesi bu sonuçta etkili oluyor. Böyle devam etmesi durumunda müzakere süreci anlamını yitiriyor. Beklenti yönetiminin içinde bulunan açmazlar nedeniyle kullandığı spekülatif bir araç olmaktan öteye gidemiyor. Tek taraflı olarak verilen tavizler, vesayet altına girmeyi kabullenmek gibi eğilimler ise bu gerçeği değiştirmiyor. Ortalama gelirin azalması ve gelir dağılımının bozulması istikrarsızlıktan başka bir şey üretmez. Genele yayılan güvensizlik, sorunların genel uzlaşı çerçevesinde çözülmesine izin vermez ve sorunların büyüyerek ağırlaşması kaçınılmaz olur. Eğilim bu olunca ne kadar iyi niyetli olursa olsun bu durumu dikkate almadan verilen sözler tutulamaz. Yaşam kalitesini arttırayım derken, alışılan tüketimden bile mahrum kalınması bu sonuçta etkili olur. Kısa vadeli ve spekülatifbir anlayışa sahip finansal piyasaların genel yaklaşımı ile çeşitli baskılar arasında sıkışarak hareket yeteneğini kaybeden siyasi iradenin günü kurtarmaya çalışması yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerçeği değiştirmez. Hesapsızca verilen tavizler ve teslimiyetçi yaklaşım, tam aksine içerideki tepkiselliği çok farklı boyutlara çıkarabilir. Bugün ham hayallerle oyalanma, kriz korkusu ilke üretilen masallara inanma zamanı değil. Tam aksine çözüm zamanı. Gerçekleri dikkate almadan da gelişmeleri kontrol altına almak imkansız. Unutmayın, akılsız başın cezasını ayaklar çeker... |
|||||