|
|||||
|
|||||
Bu sayıda Hürriyet Gazetesi’nin değerli yazarlarından Cüneyt ÜLSEVER’in Mayıs 2010 ayında “Türkiye’ye Ne Oluyor” başlığı altında 3 ayrı yazısından bir derlemeyi siz değerli okurlarımla aşağıda paylaşmak istiyorum. The Wall Street Journal Türkiye`de olan bitenlere “kansız iç savaş” dedi. Ben de uzun süredir Türkiye`de bir türlü sonlandırılamayan “Paylaşım Savaşı”nın sön dönemde ayyuka çıktığını iddia ediyorum. Türkiye Cumhuriyeti çok önemli bir yol ayrımında. Galiba Cumhuriyet tarihinde bir dönem sona eriyor. Bu dönemin adına kabaca “askeri-bürokratik vesayet” dönemi diyebiliriz. Türkiye`de “paylaşım savaşı” devam ediyor. Üstelik en keskin dönemine girildi. Savaş, paylaşımdan yeteri kadar pay almadıklarını düşünenler ile cumhuriyetin kuruluşundan beri aldıkları payın elden gitmesinden korkanlar arasında. Savaşın adına “sınıf savaşı” diyemiyorum. Marksist anlamda sınıflar arası bir savaş yok. Her iki tarafta da çeşitli ekonomik sınıflardan insanlar var. Hatta aynı sınıftan insanlar değişik saflarda da olabiliyor. Paylaşım mücadelesi sadece ekonomik alanda da değil. Ekonomik düzlemde bir paylaşım savaşı muhakkak var. Ama savaş aynı anda siyasal ve sosyal alanda da veriliyor. Türkiye, cumhuriyet kurulduğundan beri her türlü sosyal katmanın karmakarışık bir şekilde içinde bulunduğu ekonomik/siyasal/sosyal bir paylaşım savaşı veriyor. Bugün kuruluş şekline şiddetle itiraz edenlerin, o dönem yaşasalardı, yine aynı tarzda kuracakları gibi, Türkiye Cumhuriyeti tepedeki bir avuç elitin askeri ve sivil bürokrasi üzerinden devlet aygıtını ele geçirerek zihinlerindeki tasavvuru hayata geçirmek için verdikleri mücadele sonunda kuruldu. Başka türlü olamazdı, iyi ki de böyle davranmışlar. Ancak onların zihnindeki tasavvur kitlelerin paylaştığı bir tasavvur değildi ve elit, evladının iyiliği için gerekirse zor kullanmaktan çekinmeyen ebeveyn edası içinde kendisi için doğru olanın kitleler için de doğru olduğu inancı ile tasavvurundaki Türkiye`yi dayattı. Her ihtilal gibi “Anadolu İhtilalı” bir avuç önderin tepeden inme yaptırımları ile gerçekleşti! Yaptırımlar acele yapılması gereken eylemlerdi ve zihinlere yer edecek zamanı yoktu. Tersten söyleyelim, kitlenin zihni değişimi kaldıracak altyapısı da yoktu. O zaman “devrim” görünümü hedef almak zorundaydı ve nitekim de öyle yaptı. Tasavvur 600 yıllık “hayat tarz”ını hedef aldı ve elit 600 yıldır muhafaza edilen hayat tarzını “İstanbul-Ankara yataklı tren”inde bir gecede değiştirmeye kalktı. Cumhuriyet inşa edilirken onu kuran askeri-sivil bürokrat elit açısından gereken yaptırımlar acele yapılması gereken eylemlerdi. Cumhuriyet’i kuran elitlerin zihnindeki tasavvur, zihinlere yer edecek zamana sahip değildi, bundan dolayı “hayat tarz”ını hedef aldı ve elit 600 yıldır muhafaza edilen hayat tarzını adeta bir gecede değiştirmeye kalktı. Kitleden “muhafazakâr hayat tarz”ından vazgeçip, kendilerince artık yaşanması şart olan “modern hayat tarz”ına uyum göstermesi istendi.Bunu isteyenler basitçe “hayat tarzı” dediğimiz; giyimden kuşama, yemeden içmeye, akıldan gönüle, örften âdete, estetikten felsefeye hayatın her safhasına nüfuz etmiş, kısaca insanı “kendi” yapan yaşama biçimini hedef aldıklarının farkında değildiler. Kitle, Cumhuriyet elitlerinin devrim tasavvurunu kendisinin inkârı/yok sayılması olarak algıladı ve ülke bugünlere “modern hayat tarzını” benimseyenler ile “muhafazakâr hayat tarz”ında direnenlerin birbirinden ayrıştığı bir ülke olarak geldi. Uzun seneler devlet aygıtı elitlerin elinde kaldı ve muhafazakârlar, modern hayat tarzına teslim olmadıkça; ekonomik, siyasal, sosyal hayattan dışlanmaya razı olmak durumunda kaldılar. Muhafazakâr hayat tarzında direnenler temsil gücü yüksek mesleklerden dışlandılar, siyasette kitle ile irtibatlaşan teşkilat görevlerine razı oldular, sosyal hayatta belirli mahfillere giremediler. Açıkçası, gettolara kapatıldılar, kendi aralarında kapalı bir hayat sürmeye zorlandılar. Modern hayat tarzını benimseyenler ise elit olma avantajını her türlü alanda, haliyle, kendi lehlerinekullandılar. Kapalı bir ekonomik yapıda; Ankara’nın ihaleler ve devlet kredileri ile İstanbul’u beslediği, İstanbul’un da artan ekonomik gücü ile Ankara’da siyaseti finanse ettiği, hatta giderek şekillendirdiği bir düzen kuruldu. Modernlere göre muhafazakârların bu sisteme itiraz hakkı yoktu, zira hem onlar eski ve tükenmiş olanı temsil ediyorlardı, hem de biat ettikleri an kapılar onlara da açılıyordu. Millet kendisi için doğrunun ne olduğunu ayırt edemiyordu, o halde arada bir kitleyi yola getirmek de gerekiyordu. Devlet aygıtı bunun için gerekliydi. Modernler doğru yaptıklarına o kadar inandılar ki, kitleye dayattıklarını katiyen kabul etmediler. Ülkede paylaşım savaşı yaşanıyor ama bu sınıflar arası bir savaş değil. Farklılaşma, hayat tarzı farkından oluştuğu ve muhafazakâr hayat tarzı temelinde din kurumu tarafından şekillendirildiği için, paylaşma savaşında siyasi ayrışım giderek dini hassasiyeti yüksek olanlar ile bu hassasiyete tepkiyi ifade eden laiklik hassasiyeti yüksek olanlar arasında oluşmaya başladı. Ancak ayrışım Turgut Özal döneminde muhafazakâr Anadolu sermayesinin şekillenmesi ile güç dengesini değiştirmeye başladı. Zira muhafazakâr hayat tarzını benimseyenlerin ellerine ilk kez siyaseti finanse edecek çapta para geçmeye başlamıştı. Savaş elinde tuttuklarını kaybetmek istemeyen ve “modern hayat tarzı”nı benimseyen, kendilerine siyaseten “askeri ve sivil bürokrasi”nin liderlik ettiği elit ile zihinlerden çok görünüme hitap eden “devrim ilkelerine” direnen “muhafazakâr hayat tarzı”nı benimsemiş kitle arasında. Birisi siyasette “laiklik hassasiyeti yüksek” kitleyi, diğeri ise “dini hassasiyeti yüksek” kitleyi oluşturuyor. Yakın zamana dek “modern hayat tarzı” egemendi ve “askeri-bürokratik vesayet” sayesinde o dayatıyordu. Ancak, Turgut Özal dengeleri bozdu, muhafazakâr kesim siyaseti finanse edecek kadar güçlenince elit açıkça meydan okumaya başladı. Turgut Özal taraflar arasında bir “denge” aradı ama muhafazakârlığın şimdiki liderliği “Sıra bizde!” diyor. Savaşta uzlaşma olmaz, uzlaşma savaşta denge sağlandıktan sonra gündeme gelir. Türkiye’de uzun bir süre daha uzlaşma olmayacak, zira taraflar henüz ekonomik, siyasi ve sosyal alanda aldıkları paya razı değiller. Bir taraf elindekileri tutmaya, diğer taraf yıllarca esirgendiğine inandıklarını yoğaltmaya çalışıyor. Savaş, taraflar paylaşımdan aldıkları ekonomik/siyasi/sosyal paya razı olana kadar sürecek. O güne dek, kimse ama kimse, “demokrasi” mücadelesi vermeyecek. Ne zaman ki, paylaşım savaşı sona erer, taraflar aldıkları paya rıza gösterirler, işte o zaman optimum noktada “bir arada yaşamak” için demokrasi aranır. Demokrasi uzlaşma rejimidir. Taraflar ancak paylaşımdan aldıkları paya razı olduklarında uzlaşma ararlar. Bu uzlaşma Türkiye için henüz çok erken! |
|||||