|
|||||
|
|||||
Türkiye, Cumhuriyet tarihimizin en kritik kavşaklarından biri ile karşı karşıya. Çünkü, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğiyle sonuçlanması hedeflenen müzakere sürecine 3 Ekim’de resmen başlanmış olacak. 17 Aralık’ta 25 Avrupa Birliği üyesinin oy birliği ile belirlenmiş olan"3 Ekim’e" yaklaştıkça, bu tarihe çok fazla anlamlar yüklendiği görülmektedir.
Oysa, Türkiye olarak sadece 3 Ekim’e odaklanmamalı; müzakere sürecinin adeta finalsiz devam edeceği gerçeğine hazırlıklı olmalıyız. Diğer yandan, bazı AB ülkelerinin iç dinamiklerinin de yol açabileceğiyeni durumlar söz konusu. Nitekim, Fransa’da 2007 yılında gerçekleşmesi beklenen Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, taraflar Türkiye’nin üyeliğini, seçimin ana temalarından birisi yapmak konusunda kararlı gözükmekteler. Aynı durum, Almanya için de geçerli. Zira, Alman Anayasa Mahkemesi’nin onayı ile 18 Eylül’de gerçekleşmesi kesinleşmiş olan erken genel seçimler öncesi, Hükümet ile muhalefet arasında Türkiye başlığı altında karşılıklı açıklamaların gerçekleştiği ve özellikle Sosyal Demokrat ve Yeşillerin, Hıristiyan Demokratları Türkiye’nin seçim malzemesi yapmaları nedeniyle eleştirdikleri gözlemlenmekte. Bu gelişmeler nedeniyle, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah GÜL, AB’nin liderlerinin iç politikada karşılaştıkları bazı sıkıntılardan dolayı, dünyayı ilgilendirecek stratejik politikaları gölgeleyecek davranışa girmeyecek kadar basiretli oldukları yönünde, beyanat vermek durumunda kaldı. Her şeye rağmen, Avrupa Birliği Komisyonu, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile 3 Ekim’de müzakerelere başlaması hususunda üzerine düşen sorumlulukların tümünü yerine getirdiğiniresmen açıklaması, önemli bir durumdur. Dolayısıyla, bu yazı hazırlandığında henüz gerçekleşmemiş olan 31 Ağustos’taki AB daimi temsilciler toplantısından (COREPER) ve hemen ardından 1 ve 2 Eylül’de AB dönem başkanı İngiltere’nin ev sahipliğinde gerçekleşecek olan dışişleri bakanları toplantısından çıkacak siyasi kararın, alt yapısının hazır olduğu anlaşılıyor. Kısacası, önümüzdeki ay, Avrupa Birliği kanadının "Türkiye"; Türkiye’nin ise "Avrupa Birliği" başlığını yoğun bir şekilde gündemine alacağı görülüyor. Ülkemizde gündeme ilişkin değerlendirmede bulunanların, ‘AB Yandaşı’ ve ‘AB Karşıtı’ olarak ön yargıylasıfatlandırılması; bu yüzeysel yaklaşımın da 3 Ekim’e doğru artış göstermesi kuvvetle muhtemeldir.Oysa,bilgi merkezli olmak kaydıyla, değerlendirmede bulunanların, doğrudan bir tarafın temsilcisi olarak algılanması veya sıfatlandırılması doğru değildir. Böylesitavırların sergilenmesi halinde, bu tavırlar müzakere sürecini teknik bir süreç olmaktan çıkarabilecek riskler de söz konusu olabilecektir. Öncelikle, Avrupa Birliği’nin bizzat kendisinin de bir değişim sürecinden geçmekte olduğu gerçeğini unutulmamalıdırlar. Nitekim, Fransa ve Hollanda’nın yeni Avrupa Birliği Anayasası’nı veto etmeleri üzerinden henüz 3 ay geçmiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin müzakere sürecini başarıyla tamamlaması açısından, gerek siyasi partiler, gerekse de sivil toplum örgütleri, Avrupa Birliği konusunu iç siyasi çekişmelerin manivelası yapmama- lıdırlar. Bu vesile ile, müzakere sürecinin bilgi merkezli yürütülmesinin, Türkiye için olduğu kadar, Avrupa Birliği için de ön koşul olduğu yönündeki görüşümüzü bir kez daha vurguluyor; her zaman tutarlı çizgisini koruyan ve gerçekçiliği teyit edilen TÜGİAD olarak, ülkemizin güzel ve onurlu geleceği için sorumluluğumuzun bilincinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum. |
|||||