|
|||||
|
|||||
Türkiye global krizin damgasını vurması beklenen 2009 yılına “güçlü” bir giriş yaptı. Psikolojik olduğu öngörülen etkileriyle kriz, “fırsata çevrilmeye” çalışıldı. Ne yazık ki, son açıklanan veriler doğrultusunda, krizin 2008 yılı aksine Türkiye’yi “teğet geçmeyeceği” ortada: Kredi borçlularında yüzde 250’yi aşan bir artış, İşsizlik Ödeneğine rekor sayılabilecek (250bin kadar) başvuru, sanayi üretimi endeksindeki yüzde 17,6’lık düşüş, büyümede yüzde 1’in altına inilmesi... Türkiye, her ne kadar eskisi kadar zayıf bir ülke olmasa da, 2009 yılı, 2001 yılından farklı olarak, tüm dünyada kriz dalgalanmasının hissedileceği bir yıl olacak. Bu demek oluyor ki Türkiye, 2001 krizi aşmasında
belki de en önemli faktör olan sıcak para akışını, yani 2001 yılının likidite bolluğunu 2009 yılında bulamayacak.
`Mücadele Reçetesi: Az IMF, Çok AB` ARI Hareketi, bu zorlu dönemde AKP hükümetine şu öneride bulunuyor: Az IMF, çok AB. Bu öneri bağlamında: 1- IMF’ye bağımlı olmamanın yolu, AB yolunda kararlı ilerlemeden geçiyor: Kısa vadede, IMF ile şu an yapılacak, şartları uygun bir anlaşma, Türkiye’nin krizi aşması adına gerekli bir yan adım olmakla beraber, uzun vadede, AB reformlarının kararlılıkla izlenmesi, zaten IMF’ye olan ihtiyacı da büyük ihtimalle ortadan kaldıracaktır. 2- Türkiye, Joseph Stiglitz’in de belirttiği gibi birçok ülkeden farklı bir konumda bulunmaktadır. 2001 krizi sonrası izlenen politikalar sonucu Türkiye, daha az kırılgan bir durumdadır. Bununla birlikte Türkiye’nin dış borcunun yüzde 85’i özel sektörden kaynaklanmaktadır. Özel sektörün borcunu ödeyemediği bir durumda devlet, ya bu borcu sübvanse edecek, ya da borcunu ödeyemeyen şirketlerin batmasına göz yumacaktır. Özel sektörün içindeki bir kırılma ise, etkilerini ilk olarak işsizlik rakamlarında gösterecektir. 3- Türkiye, 2001 yılından bu güne kadar, IMF ile yapılan standby anlaşmaları doğrultusunda, ağırlıklı olarak dış yatırımlarla büyümüştür. Buna karşılık, ekonomik krizin de derinleşmesiyle birlikte son 2 yılda yüklü miktarda para çıkışı gerçekleşmiştir. Sıcak para girişinin durduğu bir dönemde Türkiye’de ekonomik büyümenin ciddi bir biçimde etkileneceği öngörülebilir. Zaten büyüme tahminleri de bu yönde sinyaller vermektedir. Bu sebeple Hükümet ve Merkez Bankası, IMF ile yapılacak anlaşmanın gerekliliğini, krizin 2009 yılındaki etkilerini ve para rezervinin yeterliliğini de göz önünde bulundurarak yapmalıdır. Az IMF… “Ümüğümüzü sıkan” IMF ile ilişkileri tamamıyla bitirmek, 8,5 milyar dolarlık borcu tek celsede ödemektense, IMF ile diyalogu kesmemek gerekiyor. Çünkü IMF, bir kredi kuruluşu olmakla birlikte, hükümetin ekonomik politikalarını denetleyen bir kontrol mekanizması görevini görüyor. Zaten tüm dünya ülkelerinin sıcak para akışına ihtiyaç duyduğu kriz dönemlerinde Türkiye’nin belki de tek para kaynağı olarak görülebilecek IMF’yi denklem dışında bırakmak, akılcı olmadığı gibi Türkiye’yi krizle daha güçsüz yüzleşmek zorunda bırakabilir. Ekonomik olarak bilinmedik sularda yüzdüğümüz şu günlerde popülist söylemler geliştirmekten ve IMF konusunda keskin yargılarda bulunmaktansa, mutlak söylemlerimizi yumuşatmalı ve Türkiye’ye en fazla faydayı getirecek çözümler üzerinde fikir birliğine varmalıyız. Çok AB… AB konusunda ise gerekli reformlar kararlılıkla atılmalıdır. Unutulmaması gerekir ki 2001 krizinin aşılmasında AB, belki de IMF’den çok daha önemli bir rol üstlenmiş, hükümeti somut adımlar atılması konusunda bir anlamda “denetleyici” göreviyle disipline etmiştir. Hükümet, 2001’i takip eden yıllarda sıkı bir denetim ve disiplin ve elbet uluslararası konjonktüre bağlı ekonomik gelişmelerin de etkisiyle ekonomik alanda önemli atılımlar gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki son birkaç yılda AB ile ilişkilerin neredeyse donma noktasına gelmesi, hükümeti denetimsiz kılmıştır. Bu denetimsizlik, AKP hükümetini ve elbet Türkiye’yi, küresel ekonomik krize karşı dirençsiz ve politikasız bırakmıştır. 2001 Krizi Nasıl Aşılmıştı? 2001’i hatırlayalım. Cumhuriyet tarihinin belki de en çetin ekonomik krizi 19 fiubat günü Milli Güvenlik Kurulu’nda Başbakan Ecevit ve Cumhurbaşkanı Sezer’in arasındaki gerginlikle patlak verdi. 21 Şubatta gecelik faizler yüzde 7,500’ü gördü, 22 Şubat’ta yapılan toplantı sonucu, dalgalı kura geçilmesi kararlaştırıldı. TÜSİAD, ekonomiden sorumlu bir başbakan yardımcısının eksikliğinin krize neden olan başlıca sorun olduğunun altını çizdi. 1 Mart 2001 günü Kemal Derviş, Bülent Ecevit ile Türkiye’de görüştü; bir sonraki gün ise Derviş, ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak göreve başladı. 19 Mart’ta IMF ile anlaşmaya varıldığı duyuruldu. 14 Nisan’da ise Yeni Ekonomik Program –Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı- açıklandı. Programa bakacak olursak, ekonominin yeniden yapılandırılması doğrultusunda dört ana alana önem verildiği görülecektir: mali sektör, devlette şeffaflık ve kamusal finans, ekonomide rekabet ve etkinlik ve sosyal dayanışma. (Madde 31) Ve bu dört alandaki yapılandırmanın, yine iki temel araç ile gerçekleştirildiği ortaya çıkmaktadır: Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Avrupa Birliği (AB). Krizin hemen ertesinde, 3 Mayıs 2001 tarihinde IMF’ye sunulan Ekonomik Politikalar Bildirgesi (EPB), hükümetin 2001 ve 2002 yılları için gerçekleştireceği revizyonları (bankacılık düzenlemeleri, özelleştirmeler,kamu borç yönetimi vb.) belirtmekte ve bu revizyonların devamı için IMF’ye bir anlamda güvence vermektedir. Bununla birlikte 2002 yılında IMF, Türkiye’nin krizi aşması için 16 milyar dolarlık bir ekonomik paketi serbest bırakmıştır. Sosyal dayanışma konusunda ise Avrupa Birliği, “uzun dönemli perspektiflerden” en önemlisi olarak ön plana çıkar. Gerekli yapısal reformların gerçekleştirilmesi ile Türkiye’nin “potansiyelini tam olarak kullanabileceği” ve böylece uzun süredir beklentisi içinde bulunduğu Avrupa Birliği’ne katılımı gerçekleştirebilecektir. Bu dönemde atılan ve 58 ve 59. Hükümetlerin de devam ettirdiği reformlar (uyum paketleri) sonucu Türkiye 2004 yılında AB ile müzakerelere başlamıştır. Ne yazık ki bugüne baktığımızda Türkiye’nin, gerek iç gerekse dış politika açılımlarında 2001 krizinden gerekli dersleri almadığı görülmektedir. IMF kredileri, beraberinde getirdiği “kemer sıkma politikaları” sebebiyle,özellikle siyasetçilerin, hele ki seçim arifesinde tercih etmedikleri bir araçtır. Fakat ekonomisi her ne kadar güçlenmiş olsa da Türkiye, küresel boyutta bir krizle baş edebilecek ekonomik güce sahip midir? Bu soruyu hükümet rasyonel bir şekilde cevaplamalı, denklemi oluşturan tüm etmenler masaya yatırılmalı, uzmanların görüşlerine başvurulmalıdır. Realiteden uzak,günün gerçeklerini göz ardı eden söylemler bir kenara bırakılmalı, kişisel kaprisler unutulmalı ve Türkiye’nin krizle nasıl yüzleşeceği, bu yüzleşmeye ne şekilde hazırlanılacağı ve ne tür politikalar geliştirileceğinikararlaştırılmalıdır. ARI Hareketi olarak Sayın Başbakan’a, az IMF ve çok AB’li bir politikanın, bu krizi en az zararla aşma yolunda doğru bir politika olacağını tekrar hatırlatırız. |
|||||