|
|||||
|
|||||
Hükümette, her nedense, katılım yılı talep etmek konusunda epeydir bir çekingenlik hüküm sürüyor. Hâlbuki AB-Türkiye ilişkilerinin içinde bulunduğu vahim durumdan kurtulabilmenin en etkin yolu ülkemiz için bir katılım yılı telaffuz edilmesi. Katılım yılı Türkiye’nin AB perspektifini ortak gündeme oturtacak ve her iki tarafta da yeni bir dönemin başlamasına önayak olacaktır. Makul bir katılım yılı Türkiye’yi uçurur. Gümrük Birliği kararı olsun 2002’de verilen 2004 randevusu olsun Türkiye önüne bir tarih koyulduğunda buna riayet eder, resti görür. Tarih, topluma siyaset üzerinde muazzam bir baskı fırsatı oluşturur. AB ise Türkiye’ye vereceği bir katılım yılı sayesinde hem dahilde hem dünyada içinde bulunduğu kredibilite krizine cevap üretir. Zira Türkiye’nin de üye olacağı bir AB’nin imajı çok farklı olacaktır. Katılım sürecinin ucunun açık olmasından kaynaklanan bütün teknik sorunlar bir tarafa, sonu belli olmayan veya sonu muğlâk olan bir proje, eski Avrupa Komisyonu başkanı Jacques Delors’un dediği gibi, proje değildir. Teknik açıdan ise ucu açık müzakere süreci Sosyal Politika ve İstihdam faslının akıbetinde görüldüğü gibi müzakere sürecini, dış faktörlere mahal bırakmadan tıkamaktadır. Hükümet ve bürokrasi bu faslın açılış kriterlerini yerine getirmek üzere istişarelere başladığı vakit, işverenler tarafından dile getirilen sendikal eşikle ilgili düzenlemenin özel sektörün rekabet gücünü baltalayacağı argümanını karşısında bulmuş, sosyal politikanın çalışanların yararı ve sosyal huzur açısından önemine atıfta bulunacak karşıargüman üretememiş veya üretmemiştir. Türkiye’nin üyelik perspektifinin iyici karardığı bir dönemde işveren temsilcileri “Üye olmayacağımız bir AB`nin çalışma kuralları bizi ilgilendirmez, bunları uygulamak bize sonuçta zarar verir” yollu bir şuur hali içindedirler. Hükümet ise bu veriler ışığında hızlı bir kâr-zarar hesabıyla sanayide rekabeti öne çıkaran ancak çalışanı feda eden bir şuur halindedir. Nitekim başka fasıllar da, örneğin çok masraflı olan Çevre faslının da benzer saiklerden kapanması mümkün değildir. Üstelik şu sırada açık olan bazı fasıllarda talep edilecek “geçiş dönemleri” hangi takvime göre talep edilecektir? Üyelik perspektifinin muğlâklığı, Sosyal Politika ve İstihdam faslının açılmasında görüldüğü gibi, maalesef hem Türkiye`nin üyelik müzakerelerini hem de ülkenin sosyal ve diğer standartlarının yükselmesini engellemektedir. 2010–2011 Eylem Planı da sabık tüm planlar gibi bu temel engele takılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Cumhuriyetin yüzüncü yılı 31 Ekim 2006’da Vatan Gazetesi’ndeki köşemde “AB’ye katılım yılı artık şart” başlıklı yazıda şunları yazmışım: “Ülkemizin adaylığı AB’nin çok çalkantılı bir dönemine rastladı. Kendi sorunlarıyla boğuşmakta olan Birlik Türkiye’nin üyeliğine bahaneler bulmakta zorlanmadı. Bugün Avusturya ve Fransa’nın başını çektiği bir grup ülke genişleme politikasının geleceğini Türkiye üzerinden sorguluyor. Kamuoylarının kafasındaki zaman aşımına uğramış Türk imajı popülist Avrupalı politikacının işine geliyor. Bu gönülsüzlük, içinde bulunduğumuz süreci derinden etkiliyor. Müzakere eden aday Türkiye için Avrupa’da ne yeterince malî ne de siyasî destek mevcut. Vazgeçtik, üyelik perspektifimiz alenen sorgulanır hâle geldi. İçinde bulunduğumuz genişleme dalgasında hiçbir diğer aday Türkiye kadar hor görülmedi, hiçbiri Türkiye kadar AB üyeliğinden soğutulmak istenmedi. Sonuçta insanımızın gözünde AB hiç havuçtan söz etmeyen ve sadece sopa gösteren soyut bir nesne halini aldı. Burada ve orada yapılan kamuoyu yoklamaları olumsuz durumu açıkça ifade ediyor. Türkiye’nin AB’nin sırtında kambur olacağı hissine kapılmış olan Avrupalı ile AB’nin Türkiye’ye zarar vereceği hissine kapılmış Türk artık neredeyse birbirlerine düşman gözüyle bakıyor. AB tarafında 17 Aralık 2004 kararıyla sabitlenen üyelik perspektifimizin yerine herhangi ikinci sınıf bir statü konusunda AB ülkeleri arasında hiçbir zaman anlaşma olamayacağından Türkiye’nin üyeliği meselesi sadece ileriye dönük bir ivmeyle çözümlendirilebilir. Bugün artık sürecin yeniden canlanması için gereken ivme Türkiye’nin iradesi kadar AB’nin vereceği katılım yılında gizli. fiahsen Cumhuriyetimizin yüzüncü yıldönümü olan 2023 hem hoş hem de makul gözüküyor.” Makalenin üzerinden üç buçuk yıl geçmiş ve görünürde bir katılım yılı yok. Hâlbuki artık bir katılım yılının telaffuzu AB konusuna vakıf aklı başında herkes tarafından kabul görüyor. 27 ülkenin bir araya gelerek bir katılım yılı telaffuz etmesi AB’nin içinde bulunduğu şartlarda elbette mümkün değil ama bunun başka yolları olabilir. Türkiye’nin AB üyeliğinin önemine vakıf AB üye ülkeleri aralarında bir katılım yılı üzerinde anlaşabilirler ve bunu her defasında telaffuz edebilirler. Sarkozy veya başka bir Avrupalı muhalif politikacı “Türkiye ağzıyla kuş tutsa katılamaz” dediğinde bu ülkeler “katılacak, hem de şu tarihte” diyebilmeli ve Türkiye’nin üyeliğinin iletişim tekelini Sarkozygillerin elinden almalıdırlar. Mesnetsiz gerekçeler Adayların müzakere koşullarının çerçevesini çizen belgelerde müzakere sürecin başından itibaren belirtilmiş bir müstakbel katılım tarihi yoktur. Ancak müzakereler esnasında AB değişik yollarla katılım yılını telaffuz eder. 1 Mayıs 2004’te üye olan 10 ülke için AB Konseyi’nin 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki toplantısı sonuç belgesinin 1. başlık 5. maddesi açıkça şöyle der: “Birlik, kurumsal reform konusundaki Hükümetler Arası Konferansı Aralık 2000`e kadar tamamlamak için her çabayı göstermeye yönelik sağlam bir siyasi taahhüt içine girmiştir. Bu Konferans`ın sonuçlarının onaylanmasından sonra, Birlik, 2002 sonundan itibaren, üyelik vecibelerini üstlenme yeteneğine sahip olduklarını göstermelerinin hemen ardından ve müzakere sürecinin başarıyla tamamlanması üzerine, yeni üye devletler kabul edebilme durumunda olacaktır.” Ertesi yılki Nice AB Konseyi (7-9 Aralık 2000) ise sonuç belgesinin 2. başlık 6. maddesinde ise:“Konsey’in görüşü, bu strateji (genişleme), kurumsal reform konusundaki Hükümetler Arası Konferans’ın tamamlanması ile birlikte Birlik’i, Helsinki’de kararlaştırılan hedefe uygun olarak, 2002 sonu itibariyle hazır olacak aday ülkeleri, bir sonraki Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılabilecek şekilde, kabul etmek durumuna getirecektir” der. Bu tarih 2004’e işaret etmektedir ki nitekim ilk genişleme 1 Mayıs 2004’te gerçekleşmiş ve on ülke Haziran 2004’teki Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılmışlardır. Bu dalgaya dâhil olamayan Bulgaristan ve Romanya’ya ise 1 Ocak 2007 katılım tarihi olarak verilmiştir. Dolayısıyla “AB hiçbir zaman hiçbir adaya katılım yılı vermedi” demek maddi hatadır. Bulgaristan ve Romanya’ya verilen tarihin bu ülkelerin hazırlık çalışmalarını tamamlamalarında işlevsel olmadığını, aksine işleri eksik yapmalarına yol açtığı söylenir. Oysa hiçbir ülke, eski Batı Avrupalı üyeler de dâhil olmak üzere üye olduklarında tam hazır değildiler. Bizim tarafta, 2023 yılının çok uzak olduğunu söyleyen bir itiraz var. 1989’da Berlin duvarının yıkılması sonrasında AB üyeliğine girişen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin süreci aslında onbeş yıl sürdü. Üstelik bu ülkeler adaylıkları esnasında bizdeki gibi mevzuat tadilatına gitmediler, köhnemiş mevzuatlarını çöpe atıp AB müktesebatını ve diğer gelişmiş Batılı mevzuatı olduğu gibi tercüme edip zaman kazandılar. Türkiye ise sürekli yama yapıyor. Diğer yanda her vakit farklı bir aday olan Türkiye’nin tam üyeliği hakikaten dört dörtlük bir uyum ve uygulama olmadan gerçekleşmeyecek. Bunu Komisyon ve Konsey sürekli dile getiriyor. ABGS yetkililerinin “eğer istenirse 2014’te hazır olma” opsiyonu maalesef uygulamayı kapsamıyor. Her hal ve karda şu sıralar hazırlanan 2014–2020 malî perspektifleri o dönem için Türkiye’nin üyeliğini kaile almış değil. Türkiye Lizbon Antlaşması’ndaki mimaride |
|||||