|
|||
|
|||
Geçenlerde, eskiden reklamcıların sıklıkla gittiği, gazetecilerin hiç eksik olmadığı Bebek Oteli barında, eski bir meslektaşımla karşılaştım. Arkadaşım, yanında 20’li yaşlarında olduğunu zannettiğim bir gençle, barda şaraplarını yudumluyordu. Bizi tanıştırırken, evlenen genç erkeklere, sıklıkla yapılan bayat bir espri ile; “Bak, bu arkadaşımızı da kaybediyoruz” dedi. Ve devam etti… | |||
Reklamcı olacakmış, grafik okumuş, yurt dışında master yapmış. Söylüyorum ama beni dinlemiyor… Ne işin var, bu meslek adamı emer, bitirir diyorum, ama dinlemiyor”
Zor olmasına rağmen bağımlılık yaratan bu meslekle ilgili, genç meslektaşımızın moralini bozmamak, biraz da, hala zaman zaman heyecanla ürettiğim ve ekmeğini yediğim sektörümüze saygılı olmak adına;
“İyi yapıyorsun, şimdi grafikerlik daha kolay, ama reklamcılık çok daha zor” diyerek sohbetlerine iştirak ettim. “Niye ki ?” diye atıldı çağın grafikeri “Eskiden bu kadar grafiker yokmuş ki… şimdi iş, aslanın ağzında değil, midesinde… okullusu da alaylısı da sektörde, 3 aydır istediğim gibi bir iş bulamadım.” “İyi olmuş… her şeyde bir hayır vardır. Belki aklın başına gelir de başka bir mesleğe yönelirsin” diye atıldı bizim eski meslektaş. Benim ise, grafikerliğin eskiden nasıl uygulandığını anlatmak geldi içimden. Masa üstü yayıncılık ve ilgili programlar olmadığı yıllarda, el emeği göz nuru ile çalışan arkadaşlarımızın en basit tasarımları bile gerçekleştirirken ne eziyetler çektiklerini söylemek istedim. Mavi milimetrik baskılı Bristol kartonların ne işe yaradığını, hiç Letraset (harf transfer sistemi) kullanıp kullanmadığını, doktor neşteri ithalatçılarının; pazarlama stratejileri içerisinde, grafikerlere hala yer verip vermediklerini sormayı, rapido, fırça, komprasörlü pistole kullanıp kullanmadığını sormak geldi içimden. Ama vazgeçtim. Eskiden grafikerliğin çok zorlu bir iş olduğunu bilmesine ne gerek vardı ki. Ve bütün bu sorular yerine konuyu değiştirip, spordan bahsetmeyi tercih ettim. Ama nafile. Bu kez, Adidas’ın reklamları sohbetin konusu oldu. Yemekten bahsedeyim dedim, Amerika’dan ithal edilen canlı ıstakozların reklamlarını görüp görmediğimi sordular. Reklamcılık işte böyle bir meslek, hem ağlarım hem giderim cinsinden. Bir reklamcı olan, bir de olamayan pişman. Popülerliğini hiçbir dönemde kaybetmeyen mesleğimizin diğerlerinden önemli bir farkı da, herkesin fikir sahibi olduğu bir meslek olması. Reklamcı olsun olmasın, herkesin ortaya çıkan çözümleme adına, söyleyecek engin fikirleri olduğu bir meslek. İster bu bir tv spotu olsun, ister bir basın ilanı veya outdoor reklamı. Sokakta önünüze ilk çıkan kişiye sorun; Dün akşam televizyonda seyrettiğin reklamlar hakkında ne düşünüyorsun? Muhakkak bir cevap alacaksınız. Aynı kişiye bir de quantum fiziğini, ön gerilimli betonu, antienflematuarı sorun, büyük bir ihtimalle pek bir cevap alamazsınız. Reklamcılık ihtisas gerektiren bir meslek olmasına rağmen, aynı zamanda herkesin fikir sahibi olduğu bir meslektir. Sanırım, popüler olabilmesinin altında yatan sebeplerden birisi de, hepimizin ilgisini çekiyor olması. Doğal olarak bu kadar ilgi çekince de, heveslisi çok oluyor. Her köşe başında, kendisini reklamcı olarak lanse eden, kimi zaman üç dört kişiden oluşan girişimciler, ajanslarını kurup mesleğe katkıda bulunmak için yola koyuluyorlar. Ama mesleğin temelini oluşturan yaratıcılık kavramını pek fazla kavrayamamış olacaklar ki, rekabet etmenin yolunu fiyat indirimleri olarak algılıyorlar. Bilinçli ve seçici reklamverenlerin dışında kalan geniş bir kesim de, aslında fayda sağlamayan bu kısa dönemli fiyat avantajını değerlendirmeyi tercih edince, mesleki gelişim ertelenip duruyor. Ama artık beklemeye vakit yok.Bu nedenle, genç grafiker dostumuzun örneğinde olduğu gibi, meslekte iyi bir yer edinmek isteyen yeni neslin gösterdiği gayretler ve aldıkları eğitim gerçeklerin daha çabuk anlaşılır olmasını sağlayacaktır. O gece Bebek Bar’ın camında, karşı kıyıdaki yalıların ışıkları ile barın ışıklarının yansımaları yarıştılar durdular. Elbet yaz gelecek ve terasta oturacağız, gerçeklerle yansımalar ayrışacak. |
|||