ZİRVE Ali Nasuh MAHRUKİ
AKUT Başkanı
Zihin Haritası Değişimi ve Kaçırdığımız Fırsat
 
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’ni izleyen günlerde, Türk Milleti’nin eşsiz fedakarlığı ve tertemiz vicdanı ile kendi doğal mecrasında başlamış olan ve eğer önü bilinçli bir şekilde alınmasaydı, çağlayarak büyüyecek ve onyıllardır kendimizi kurtaramadığımız ulusal ataletimizi kıracak, bir diğer deyişle kötü kaderimizi değiştirecek olan hepimizin destekleyip sahip çıktığı, bir parçası olduğu ortak duruş, ortak çaba ve ortak eylem, bir sonraki adımda ülkedeki vurdumduymaz, köhne, çağdışı, hukukun üstün olmadığı, şeffaflığın ve hesap verilebilirliğin bulunmadığı kesinlikle özümüze aykırı süregiden anlayışı değiştirebilecek kadar muazzam bir enerjiyi de içinde taşıyordu.

Sistemdeki boşluklardan beslenenlerin ve statükonun korktuğu, Türk Milleti’nin ise her şeyden ama her şeyden daha çok ihtiyaç duyduğu şey köklü bir paradigma – zihin haritası değişimiydi ve bu tarihi fırsat, yüzyılın en büyük afetlerinden biriyle birlikte kimsenin beklemediği bir anda kapımızdan içeri girivermişti aslında.

Paradigma; “algı ve düşünceye yön veren harita” olarak tanımlanır. Kaba tarifle dünyayı algıladığımız, anladığımız, anlamlandırdığımız, yorumladığımız dünya görüşümüz diyebiliriz. Bir kişinin veya bir toplumun paradigmasından – zihin haritasından söz ettiğimizde, o kişinin veya o toplumun dünyayı algılama, anlama ve yorumlama biçimini dile getiriyoruz demektir. Gördüklerimizi, tanık olduklarımızı, yaşadıklarımızı ve başımızdan geçen her şeyi bu zihinsel haritalara göre yorumlarız. Bu zihin haritaları doğal olarak o kişinin veya o toplumun yaşamı boyunca karşılaştığı sayısız mesaja, zihinsel şartlanmalarına, ön kabullerine, inançlarına, deneyimlerine ve algısına bağlı olarak oluşur. Dolayısıyla farklı kişiler ve toplumlar, aynıeşyaları, aynı olguları, aynı olayları, aynı kişileri başka başka şekillerde yorumlayabilirler. Sonuç olarak burada genel bir doğrudan söz etmek mümkün değildir.

Buna göre biz dünyayı olduğu gibi değil öğrenmelerimizin, koşullanmalarımızın, kendimize özgü deneyimlerinizin merceğinden bakarak görürüz. Bugün Irak’taki korkunç savaşa batı devletlerinin bir kısmı, Amerikalıların demokrasi getirme çabası derken, pek çok başka ülke aynı süreci bir insanlık suçu olarak değerlendiriyor. Aynı olay, farklı gözlükler nedeniyle farklı algılanabiliyor. Aslında hayatımızdaki pek çok konu da bunun gibidir, olaylar ve süreçler bizim baktığımız gözlüğe göre, birbirine taban tabana zıt bir şekilde görülebiliyor. Dünyayı algıladığımız zihin haritalarımız olan paradigmalarımızdoğru da olsa, yanlış da olsa davranış ve tutumlarımızın da kaynağını oluşturuyor. Bir diğer deyişle, davranışlarımızda, tutumlarımızda paradigmalarımızı referans noktası alarak çevremizle ilişki kurarız.

Kişilerin ve toplumların davranışlarında, algılamalarında anlamlı ve kalıcı, bütünlüklü değişimler yaratmak istiyorsak, bu değişimi, konunun temeline inip o davranış ve algıları oluşturan paradigmalar üzerinden başlatmamız gerekmektedir. Aksi halde paradigma değişikliği yapılmadan davranışlarda yapılan, yapılmaya çalışılan değişiklikler yüzeysel ve kısa ömürlü olacaktır.Bir kişinin, bir toplumun belirli bir konudaki davranışı, tutumu ya da algısı bozuksa, önce bu bozuk davranış, algı ya da tutumun altında yatan zihin haritasını anlamamız gerekir. Bozuk bir davranış, algı veya tutumu, altında yatan, onu besleyen zihin haritasına hiç müdahale etmeden değiştirmeye kalkışmak kalıcı bir sonuç veremeyecektir.

Zihin haritalarımız kendimizle ve dünyayla ilgili her türlü algımızı, davranışımızı, seçimlerimizi ve kararlarımızı şekillendirdiği için yaşam kalitemizi birinci elden etkiler ve bu anlamda yaşamsal önemi vardır. Ancak maalesef Türkiye gibi demokrasinin tam anlamıyla çağdaş, şeffaf ve çoğulcu bir şekilde oturtulamadığı, medyanın, toplumun zihin haritalarını kurgulamada olağanüstü ve kontrol edil(e)meyen tekelci bir gücü olduğu ve hukukun üstünlüğünün ve siyaset mekanizmasında hesap verilebilirliğin tam anlamıyla tesis edilemediği ülkelerde, doğru olduğuna inandığımız pek çok paradigmamız, yaşamı çoğu zaman gerçekçi bir şekilde algılatamıyor bize. Toplumun zihin haritalarındaki sıkıntılar ve yanlışlar, Türkiye gibi demokrasiyi tam olarak kuramamış ülkelerde bilinçli olarak iyileştirilmiyor. Bunun sonucunda da toplumun geneli müthiş kayıplarla dolu yıllar geçirirken ve geleceğini, çocuklarının geleceğini ipotek altına aldırırken, bu bozuk sistemden ve bilinçsiz insanların zafiyetlerinden beslenen küçük bir azınlık zenginleşiyor, güçleniyor ve bu oranda da cüretkarca hoyratlaşıyor. Toplumun topyekün kaybı bu azınlığın kazanç hanesine işliyor ve bu kısır döngü böylece derinleşerek sürüp gidiyor. Ta ki kaçınılmaz olarak bir gün, bir yerde bu süreç kırılma noktasına gelinceye dek...

Bu kırılma bazen çok uzun süreli bir baskı ve stresin sonunda ani bir patlama ve şiddetle meydana geliyor; tıpkı 1789 Fransız İhtilali’nde olduğu gibi. Çok uzun yıllar kilise, krallık ve soylular sınıfı tarafından ezilen, sömürülen halk, burjuva ve köylü sınıfı olarak birleşerek sonunda başkaldırır ve Fransız toprağına ve devamında Avrupa kültürüne “eşitlik”, “özgürlük” ve “kardeşlik” değerlerini getirir.İnsanların hür ve eşit doğduğu düşüncesi ilk kez bu tarihten sonra konuşulmaya başlanır batı dünyasında. Bazen de Türk İstiklal Savaşı sonrasında olduğu gibi; tarihte eşi görülmemiş zaferlerin galibi olan dünyanın en güçlü devletlerini, olağanüstü fedakarlıklar sonrasında Anadolu’dan kovan Türk Milleti’nin yeni bir devlet, yeni bir anlayış, yeni bir kültür meydana getirmesi gibi, Osmanlı’nın güçlü köklerinden, yepyeni ve çağdaş bir anlayışla kurgulanmış, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni doğurur ve Türk toplumunu ümmet anlayışından kurtararak, ulus olma bilincine kavuşturur ve bireyi yurttaş konumuna yükseltir.

Her iki durumda da, toplumun yeni bir anlayışa kavuşabilmesi için ödediği bedel çok ama çok ağırdır. Köklü zihin haritası değişimleri ancak bu tür ağır travmalar sonrasında yapılabilir. Toplumun tamamına hakim olan, eski, köhne, kayıplarla dolu olan ve sadece küçük bir azınlığa fayda sağlayan anlayış, çoğunluğun kazandığı, daha çağdaş, daha adil ve daha iyi bir yeni anlayışa yerini bırakmak zorunda kalır, tabii ki bedeli ödendikten sonra...

Zihin haritası değişimi süreçleri doğru kullanıldığı taktirde, toplum gerçek anlamda bir çağ atlar. Eski ve köhne anlayış gider, yeni ve çağdaş anlayış gelir. Eğer o toplum gerçekten de toplumu seven insanlar tarafından yönetiliyorsa tabi...

Burada da ne yazık ki en büyük engel hep statükodan gelir. Bu sadece bizde değil, toplumlardaki zihin haritası değişimlerinin doğası gereği bütün kültürlerde aşağı yukarı bu şekilde yaşanır. Statüko ve statükodan beslenenler, uzun yılların birikimi ile oluşmuş ve kurallarını çok iyi bildikleri mevcut mevzilerini yitirmemek için ciddi ve sert bir direnç gösterirler her türlü değişime ve ellerindeki bütün gücü bunu engellemek, geciktirmek için kullanırlar. Toplum kazanırmış, kaybedermiş gibi konularla ne yazık ki sistemden beslenenler ilgilenmezler. Statüko sadece kendi pozisyonunun devamlılığını sağlamaya odaklanır.

Zihin haritası değişimi fırsatları bazen de ülkedeki hayatı derinden sarsan, hiç beklenmedik ağır ve büyük bir travmanın sonucunda kaçınılmaz olarak bir anda gerçekleşir; tıpkı 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde olduğu gibi.Onyılların boşvermişliği, siyasilerin akıl almaz yalanları, hiçbir zaman tutamayacakları sözler veren, zaten öyle bir niyetlerinin de olmadığı apaçık ortada olan siyaset kurumunu ele geçirmiş olan bu zihniyetin iflasının da tasdikli belgesiydi Gölcük Depremi. Çünkü devlet yönetimini onyıllardır elinde tutan ve kendi benzerlerinden başka hiç kimseyi içeriye sokmayan, her türlü fedakarlığı göze alıp bir şekilde girmeyi başaranlara da kök söktürenstatükocu zihniyet, hem sürekli yalanlar söylemiş, devleti soymuş, milleti cahil ve yoksul bırakmış, hem de millet korkunç