Akıl NOKTASI Prof. Dr. Bengi SEMERCİ
Bengi Semerci Enstitüsü
Biz, Onlar Ve Sessizlik
 


Ülkemde zaman zaman belirginleşen, diğer zamanlarda kaybolmayan ama göze batmayan kavram: Biz ve Onlar. Benim gençliğimde sağcılar-solculardı. Sonra hala devam eden etnik kökenler oldu, şimdi en vurucu olan ise laikler ve karşıtları. Danıştay saldırısı ve saldırganla ilişkili ortaya çıkanlara yorumlar yapılıyor. Siyasi, sosyolojik yorumların dışında, olaysonrası artan toplumsal tepkilerepsikiyatrinin yaklaşımı nedir?

İnsan gereksinimlerini alt üst eden en önemli şeylerden biri travmalardır. Travma sonrası bireylerin ve toplumların gereksinimleri, beklentileri değişir. Travma sonrası kaygı ve çaresizlik hissedilir. Deprem, sel gibi doğal travmalar sonrası insanlarda oluşan duygular bunlardır. Ancak travma başkaları tarafından oluşturulmuşsa (savaş, katliam, terör vb) bu duygulara utanç, aşağılık duygusu ve geride kalma eklenir. Sonuç olarak ortak bir duygu oluşur. Bu tür durumlarda kişilerin bireysel olarak uğradıkları travmaya, bir de sosyo-politik süreçlerin oluşturduğu travmalar eklenir. Baskı ne kadar artarsa, bireysel kimliğin unutulup, grup kimliğinin öne çıkması ve lider etrafında toplanma da o kadar artar. Bu toplanma gözü kara şekildedir ve güvenlik için bireysel her türlü haktan vaz geçilen bir kitle psikolojisi oluşur. Yani artık toplumun özgürlüğü için, bireyin özgürlüğünden vazgeçilebilir. Bir süre sonra adeta toplumsal bir paranoya oluşur. Paronoyanın değişmeyen belirtisi, süregelen güvensizliktir. Artık dünya tehdit edici bir yer olarak algılanır ve devamlı savunma haline geçilir. En ufak şeyler bile, bu hissi doğrulayan belirtiler olarak algılanmaya başlanır. Güvensizlik hissi, güven arayışını, güven arayışı ise kendi özgürlüklerini kısıtlamaya yol açar. Çünkü fizyolojik ihtiyaçlar dışındaki ihtiyaçlarımız, ancak güvenlik duygusunun tatmininden sonra belirginleşebilmektedir. Kendini güvende hissetmeyen birey ya da toplumun, özgür hissetme ve özgürlük isteme şansı kalmamaktadır. Bu doğal gelişim, aynı zamanda politik olarak kullanılabilecek bir yöndür. Kişilerin, özgürlüklerindenkendi istekleriyle vazgeçmelerini sağlamanın yolu, onların güven hislerinin sarsılmasından geçer. Bunu sağlamak için gerekli olan bir travmadır ve bu travmanın siyasi adı düşmandır. “Biz” ve “onlar” oluşturulabildiğinde, onlar saldırgan ve bilinmez olduğunda güvenlik gereksinimleri artar. Bu artış, “iyi” bir lider tarafından idare ediliyor ve yönlendiriliyorsa, artık toplum güvenliği, bireysel özgürlüğün önündedir. Bir taraftan narsisizmleri zedelenmiş olan birey ve toplumlar, bu zedelenmeyi saldırganlığa dönüştürürler. Zedelenen narsisizmin, bireysel narsisizmden soyutlanarak topluma dönüşmüş olması saldırganlığı “haklı nedenlere” sahip hale getirir. Bu nedenle de söylenmesinde sakınca yoktur ve toplumlar, din, ahlak, töre, ulus gibi kavramlar uğruna birbirlerini “haklı gerekçelerle” yok etmeye başlarlar. Böylece travmalar güvenliğin sarsılmasına, sarsılan güvenlik saldırganlığa, saldırganlık bir yandan “ötekini” yok etmeye ve “ötekinin” özgürlüğünü sonlandırmaya, bir yandan da sarsılan aynı güvenlik hissi ile kendi özgürlüklerini kısıtlamaya, kısıtlanmasına izin vermeye yönelir. Bu kısır döngü içinde aslında hem güvenlik hem de özgürlük yok olmuştur.

Nasıl, yaşadıklarımıza benziyor mu? Üstelik ortada olayları idare eden belirli bir “lider”in görünmemesi, idare edene ilişkin şüpheler ve efsaneler güvensizliği arttırmaktadır. Güven hissi insan için çok önemli. Kendisinin ve ailesinin yaşamının süreceğine, bu yaşamın dilediği gibi olacağına, kısıtlanmayacağına, geleceğini isteğinin dışında başka birinin kurgulamayacağına, ülkesinin varlığına ve sürekliliğine güvenmek çok önemli. Dikkat edilmesi gereken güvenlik ararken bireysel ve toplumsal özgürlüğümüzden olmamaktır. Ve tabi tüm gelişimlere yol açan sessizlik... Sessizliğin güzelliğinden bahseden şiirler, romanlar saymakla bitmez. Hatta çoğumuz özlediğimiz bir yeri anlatırken “sessiz” diye başlarız övmeye. Gerçekten sessizlik huzuru, sakinliği, doğayı temsil eder.

Aslında insan övgülerinde de kullanılır. İnsanların sessiz olmaları olumlu nitelikleri olarak sayılır. İyi bir insan olduğunu anlatırken kullanırız. Ama sessiz insana her zaman güvenmeyiz. Bazen aşırı sessiz olandan korkarız. Olumsuz bir şey yapmışsa, ardından “zaten çok sessizdi” deriz. Hatta sevdiğimiz ve özlediğimiz doğanın sessizliği bile, mutlak bir sessizlik değildir. İçinde en azından kuş sesleri, yaprak kımıltısı duymak hoşumuza gider. Aşırı sessizliğin, gelecek fırtınaların işareti olduğunu ifade eden deyişlerimiz var. Kısacası, sessizlik konusunda çok da emin değiliz. Olumlu mu, olumsuz mu karar veremiyoruz. Galiba gerçek, yerinde ve zamanında sessizliğin doğru olduğu. Her koşulda sessizliğin gürültüye ve kargaşaya tercih edildiği ama ses çıkması gerektiğinde doğru insanların, doğru sesleri çıkarması.

Bu bilgilerden sonra ülkemizin durumuna bakalım. Bir yanda gürültü var ama ses duyulması gereken yerlerde mutlak bir sessizlik. Bir sürü şey oluyor. Ekonomik zorluklar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle sokaklar çocuk dolu. Bu çocukların bir kısmı dilendiriliyor, gasp yaptırılıyor, cinayet işliyor ve siyasi gösterilerin tek failleri oluyorlar. Kadınlarımız, şu geçen gün bir günü onlara ayırdığımız kadınlarımız. Sıkıntıları ev için göğüslemeye çalışan, okula gönderilmeyen, şiddete uğrayan, ama en önemlisi politik hırslar için öne sürülen kadınlarımız. Bir yandan dünyanın en kutsal varlıkları oldukları söylenip, bir yandan “korunmak” adına hakları yok edilmeye, eve kapatılmaya, kimliksiz yapılmaya çalışılan kadınlarımız. Önlerine ya eşinin kurallarına uyup, itiraz etmeyerek, ses çıkarmayarak, kendini geliştirmeyerek olunacak namuslu, dindar kadın örnekleri ya da bunun karşıtı olarak sunulan, ortalıkta cinsel obje olma örnekleri konulan, sanki başka şansları yokmuş gibi seçim yapmaları istenen kadınlar. Erkeklere gelince, aslında çocuk ve kadınlardan pek farkları olmayan, ama toplumuyok etmeye yönelik bilinçli-bilinçsiz tüm faliyetlerin failleri olmayı güç sanıyorlar.

İş dallarının, üretim kaynaklarının hemen hepsi sıkıntıda. Dış politika ne kadar yolunda gidiyor mu? sorusu, yanıtı “iyi” olamayan bir soru. İç politikada sorunlar var. Terör eylemlerin yeniden gündeme gelmesi, ülkenin bölünmesi gibi tartışmalar, seçim ve Cumhurbaşkanlığının geleceği beklentileri. Görünen tablo hiç iç açıcı değil. Görüntü böyle. Peki ses duyuluyor mu? Ne oldukları ve istedikleri belli olmayan grupların gürültüleri, bireysel çıkan çatlak sesleri, atılan silahların patlamaları, bazılarının konuşmadan ses çıkaran ve başka ülkelere Türkiye’yi temsil ettiği imajı yaratan cumhuriyetle uyumsuz görüntüleri... Ama bu sesler çıkması gereken ve beklenen, istenen sesler değil. Gerçekten ses vermesi gerekenler suskun, örgütsüz ve belki de yılgın.

Sessizliğin anlamlarını saydık. Bir ülkede en korkulması gereken şey, ses vermesi gereken yerlerin büründüğü sessizliktir. Bunu fırtına öncesi sessizlik saymak iyimserlik olur, öyle bile olsa fırtınanın kaynağı doğru yer olmayacaktır. Unutmamak gerekir ki, sessizlik aynı zamanda yok oluşu, umutsuzluğu ve ölümü simgeler. Gerekli yerlerin, hep birlikte ve doğru sesleri çıkarmasının tam zamanı, hatta geçiyor. Orada kimse var mı?