BAŞKANDAN Murat COŞKUNKAN
Türkiye Genç İşadamları Derneği Başkanı
Avrupa Birliği’ni bal döküp yalayabilir miyiz?
 
Belki de Türkiye’nin en uzun soluklu siyasi ve ekonomik yolculuklarından biri.

50 Yılda Devr-i Alem olamayan bir uzun ince yol.

Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin hazırladığı tanıtım filmine göre, bir “kahve falı” hikayesi.

Sinirlendiğimizde “girmeyiz, kendi kriterlerimizi yazarız” dediğimiz ve fakat Dış Ekonomik İlişkilerimiz akla geldiğinde “cici kardeş” diye gülümsediğimiz dev bir pazar.

Türkiye’nin yanı başında bir “Güliver” sanki. Bazı zamanlar, Türkiye onun için bir “cüceler ülkesi”, bazı zamanlar “baş tacı bir bölge lideri”.

Hani derler ya, “Vatandaş soruyor!”, “ne yapacağız bu AB’yi?”

%60’ı AB bayrağını “Fenerbahçe” bayrağı zanneden ve aynı zamanda vize alabilmek için bu güne kadar 1 Milyar EURO nakit para ödeyen vatandaşlarımız bu soruya cevap arıyor.

“Ne yapacağız?”

İzin verirseniz bu satırlarda bu konuyu biraz da TÜGİAD cephesinden, Türkiye’nin Genç Girişimcileri’nin gözünden bakarak işleyelim.

Bize göre meselenin farklı boyutları var;

Birinci boyut; ülkemizin ekonomik menfaatleri.

Her zaman dediğimiz gibi, “eksensiz” olmalıyız, yani 360 derece ticari bakış.

Son yıllarda komşu ve çevre ülkelere ticaretimiz artarken (ki bu açılım TÜGİAD tarafından da kesinlikle desteklenmiştir), bir anda Kuzay Afrika ve Orta Doğu’da yaşanan siyasi depremlerle sarsıldık ve sarsılmaya devam ediyoruz.

Euro Dolar paritesindeki yükseliş, mevcut gelişmeler ışığında Türkiye’nin Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya gerçekleştirdiği ihracat hacmini bir miktar azaltacak, bu durum Türk ihracatçısının bu sıkıntıyı gidermek üzere yeniden Avrupa Birliği pazarına yüklenmesi anlamına gelecektir.

Avrupa Birliği liderleri “hiçbir ülkeyi kurban etmeyeceğiz” mesajını çok net olarak verdikten sonra Avrupa aslında kısa bir süre içinde parlayan yıldız olabilir.

Alman ekonomisindeki “iyi” denebilecek toparlanma ve Euro-TL rekabet avantajı, Türkiye’nin ilgisini çekmeye başladı bile.

Türkiye “üretiyor” ve ürettiğini bir yerlere satmak zorunda.

Bir başka değişle, birinci mesajımız şu :

Ekonomik menfaatlerimize zarar verme ihtimali olan siyasi hareketlerden kaçınmalıyız, AB ile ilişkilerimizi dış ekonomik ilişkiler ekseninde yapılandırmalı ve genel seçimler öncesi yurttaşlarımıza “AB Dışarı” tarzında agresif söylemlerde bulunmamalıyız.

İkinci boyut, Müzakere süreci ve AB’ne üyelik konusunda kararlılık ve icraat.

“Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” demeliyiz.

Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna açıklanan ilerleme raporuna tukaka yapmayacağız. Müzakere, bir iş, hizmet veya siyasi bir vak’a hakkında konuşmak, önceden danışıp görüşmek demektir. Müzakere, sizin hakkınızda “iyi” şeyler söylendiğinde iyi olan, “acı gerçekler” dile getirildiğinde kötü olan bir süreç değildir.

Müzakere, Kıbrıs gibi ya da birazdan değineceğimiz Vize Rezaleti gibi haklı davalarımız uğruna camı çerçeveyi kırmak, çıngar çıkarmak demek değil, karşı tarafı bu konularda müzakere adabı çerçevesinde bilgi ve belgelerle ikna etmektir.

AB Müzakere süreci şüphesiz, ulusal bir kararlılık ve kesintisiz bir takım çalışması gerektiriyor. Bu kararlılık ve Türkiye olarak “duruşumuz” nasıl ölçülebilir? Tabii ki icraata bakacağız. Kopenhag kriterlerini tekrar gündeme getirmeye çalışan dış mihraklara fırsat vermeyeceğiz.

Sarkoziyen girişimlere fırsat verirsek, dipsiz kuyu şeklinde AB kabusunu torunlarımıza anlatıyor oluruz.

Bir başka değişle, ikinci mesajımız şu :

“Aynası iştir Türkiye’nin, lafa bakılmaz” diyerek AB’ye en güzel cevabı vereceğiz.

İkinci boyut, insanlık boyutu ve evrensel haklarımız.

İşte sonuna kadar gitmemiz gereken kısım, bu kısım. VİZE REZALETİ.

Bu insanlık dışı uygulamaya karşı tek vücut duramıyoruz maalesef. Yurtiçinde veya yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın en doğal haklarını korumaları konusunda onlara gereken bilgi ve desteği vermiyoruz.

TÜGİAD yaklaşık 8 yıldır bu davaya baş koydu ve “Vizesiz Avrupa” dedi.

Muhtelif Kurum ve Kuruluşların “üyelerine şirin görünmek için” Vizeyi yumuşaklaştırma konusunda gayretlerine ve konsolosluklarla yapılan “müzakerelere” hiçbir zaman sıcak bakmadı ve katılmadı.

Aslında konu şu:

Vize diye bir konu ortada yokken, Ankara Anlaşması ve 1970 Katma Protokol imzalanıyor.

Bu uluslararası anlaşmalar “Avrupa Topluluğu’na üye olan veya Üye adayı olan ülkelerin vatandaşlarının eşitlikleri ve vatandaşlık haklarına parmak basarak, “standstill” klozu gereği mevcut haklar ve özgürlüklerde olumsuz yönde ayarlamalar, kötüleştirme yapılamaz, deniyor. Ve buna rağmen 1980’de vize uygulamaları başlıyor.

Bizden yeterli şiddette itiraz görmeyince de gemi azıya alıyorlar.

Bugünkü durum şu, Avrupa Birliği’ne üye bir ülkede gerçekleşen Uluslararası Güzellik Yarışması’na Türkiye temsilcisi katılamıyor. Yağlı boya resim sergisi açmak isteyen bir sanatçımız vize alamadığı için sadece tabloları Almanya’ya gidebiliyor, sanatçımız kendi resim sergisine katılamıyor. İşadamlarının ürettikleri mallar ve dahi cüzdanlarındaki para rahatça Avrupa Birliği topraklarında dolaşabiliyor, ama kendileri bu en doğal insanlık hakkına sahip değiller.

AB Adalet Divanı’nda veya ülke mahkemelerinde kişisel davalar açılıyor. Bugüne kadar yaklaşık 50 dava açıldı ve kazanıldı. AB Adalet Divanı’nın Şubat 2009’da Mehmet SOYSAL lehine verdiği karar, bize göre bir milat niteliği taşıyor. Çünkü bu üst mahkeme Ankara Anlaşması ve Katma Protokole gönderme yaparak bu insanlık dışı uygulamaya vurgu yaptı.

Kişisel tepkiden ulusal tepkiye geçemedik. Son 8 yıldır hükümet yetkililerinin bu konuda “bize yakışan, gururumuzu okşayan” bir yanıt vermediği ve herhangi bir aksiyon almadığı görülüyor.

Bir başka değişle, üçüncü mesajımız şu:

Cesaretli söylemleri, pazı kuvveti ve iş bitiriciliği ile tüm Dünya’daki ülkelere ve bu ülkelerde yaşayan insanlara karşı uygulanan haksızlıklara en sert yanıtı veren ve Dünya basınında bu sert duruşu ile yer alan hükümetimizin, bizim insanımızı hedef alan ve uluslararası hukuk ile bağdaşmayan uygulamaya karşı aynı dik duruşu sergileyerek “dur” demesi gerekir.