|
|||||
|
|||||
Mayıs ayı ilk yarısında finansal piyasaları etkileyerek beklentileri bozan dalgalanma belirsizliği önemli ölçüde arttırdı. Bu gelişmeleri tetikleyen dış piyasa kökenli olumsuzluklardı, ancak Türkiye’de ortaya çıkantahribat diğer gelişmekte olan ekonomilere göre daha hacimli idi. Hal böyle olunca iyimserlerin yanıtlayamayacağı sorular da ortaya çıktı: Her şey iyi gidiyorsa neden en büyük sarsıntıyı biz yaşadık?
İstikrarsız fakat orta vadede ciddi dengesizlik yaratabilecek eğilimlere kayıtsız kalmak veya kısa vadede yaratacağı olumlulukları düşünerek büyüyen yan tesirleri ihmal etmek gibi eğilimler ülkemizde son iki ay içinde yaşanan dalgalanmaların görece büyük olmasında etkili oldu. Küresel düzeydeki likidite bolluğu ilelebet devam edecek bir durum değildi ancak ekonomimizin yabancı kaynağa olan bağımlılığı tempolu bir şekilde artıyordu. Bağımlılık tedbirsizliği, bu sonuncusu ise sıkıntı yaratabilecek dalgalanmalara karşı edilgenliği destekledi. Oysa 2004 yılı başında ABD Merkez Bankası’ndan faiz yükseliş sinyali geldiği saatten itibaren tedbirli olabilseydik, yaşanan olumlulukların dozu belki sınırlı kalacaktı fakat beklentileri olumsuza çeviren son dalgalanmaların etkisi de oldukça sınırlı kalacaktı. Artan bağımlılığa bağımlı ve kısa vade ufuklu tercih bugün yaşadıklarımız üzerinde belirleyici oldu. AB ve IMF çıpaları ise olumsuzluğu azaltmadı, tam aksine sermayenin de rehavete kapılarak tedbirsiz davranmasında ve daha sonra davranışını değiştirerek dalgalanmayı büyütmesinde etkili oldu. Büyüyen cari açığa ve bunun nasıl finanse edildiğine bakmamanın sosyal, siyasi ve ekonomik maliyeti istenmeyen seviyelere çıktı. İstikrar aramak büyük dalgalanmaların hem olumlu hem de olumsuz etkilerinden kaçınabilmeyi gerektirir. Eğer bunu yapamıyorsak sorunların ağırlaşması da kaçınılmaz oluyor. Örneğin varlık değerlerinin önümüzdeki üç-beş yıl içinde %50 oranında artması söz konusu ise iki farklıdurumdan kaçınmak gerekiyor. Varlık değerlerinin önce çok aşırı bir şekilde yükselip sonra düşmesi veya ters yönde gitmesine kayıtsız kalınarak istikrarsızlık üreten aşırı dalgalanmalara göz yumulması. Olmaması gereken bu durumlar hem gelir dağılımını bozuyor hem de ağırlaşan yapısal sorunların çözümünü iyice zora sokuyor. Son üç yılda ülkemizde yaşananlar ise bu olumsuz gruba girdiği için yaşadığımız dalgalanma, diğer ülkelere göre daha büyük ve sarsıcı. Evet küresel düzeyde maliyet kökenli enflasyon baskısı artar ve kısa vadeli faizler yükselirken, Türkiye’de tam tersinin yaşanması güzeldi ve varlık fiyatlarındaki tempolu artışta bilançoları güzelleştiriyordu. Bu ortamın yarattığı derinlik sarhoşluğu ve tedbirsizliknedeniyle cari açığın büyümesine ve finansman şekline kayıtsız kaldık; AB ve IMF çıpalarının bizi risklerden koruyacağına inanmak istedik. Açıldık, daha fazla risk aldık hem de hesapsızca. Sonuçta küresel düzeydeki likidite daralması bizi de gecikmeli olarak hem de oldukça yüksek şiddette etkilemeye başladı; aşırı güven aşırı güvensizliğe dönüşme eğilimine girdi ve tepkisellik arttı. 2004 yılı sonrasında Türk Lirası’nda yaşanan değerlenme, son iki ay içinde uçup gitti, enflasyon ve buna bağlı beklentiler süratle bozuldu. Merkez Bankası ise %1,75’lik şok faiz artırımı ile durumu kurtarmaya çalışıyor. Ancak son birkaç yılın büyük ihmalinin sadece bu önlemle kısa vadede düzelmesini beklemek pek anlamlı değil. Ağustos Böceği rolünü oynamayı alışkanlık haline getirenler ve böyle bir çevrede yaşayanlar açısından istikrar kelimesi nostalji olmaktan öteye gidemez... İstikrarın, bir yaşam biçiminin orta uzun vadeli sonucu olduğunu bilmeyenler ise ona ulaşamaz... |
|||||