|
|||||
|
|||||
Ekonomi hakkında genel olarak herkesin bir fikri var. Ne de olsa fanusun içinde değiliz. Doğrudan veya dolaylı olarak ekonomi ile ilgiliyiz. Ekonomi ile doğrudan ilgili olmayanların ekonomik terimleri doğru kullanmamasını anlayışla karşılayabiliriz.
Ancak bırakın Türkiye’yi, eğitiminin önemli bir bölümünü yurtdışında tamamlamış, dünyanın ünlü okullarında ve ekonomistlerinden ders almış kişilerin kavramları karıştırma lüksü olamaz. Bir kavramın özellikle belli başlı işadamlarının, politikacı ve bürokratların ağzından düşmediği görülüyor: “makro ekonomik istikrar”…
Politikacıyı anlıyoruz, bürokratı da. Doğal olarak onlar uyguladıkları programı savunacak. Ama ekonominin içinde bulunan, direk olarak ekonomiyle ilgilenenlerin “makro ekonomik istikrar sağlandı, bu güzel havayı bozmayalım” türünden açıklamalarını anlamak mümkün değil. Üç yıldan bu yana yani, 2003 yılı başından 2006 yılı Mart ayına kadar Türkiye’nin döviz açığı toplam 55 milyar dolar olmuş. Ancak bu süre içinde ülke içerisine toplam 96 milyar dolar döviz girişi olmuş... İyi işte bu ne kadar güzel demeyin… Giren 85 milyar dolar dövizin 15 milyar doları doğrudan yabancı sermaye yatırımı (gayrimenkul satışları da dahil), 8.6 milyar doları da hisse senedi yatırımı olarak yani borsaya gelmiş. İkisi borç yaratmayan giriş. Kısaca 2003 yılı başından itibaren giren 96 milyar doların 23.6’sı borç yaratmaz iken, 72.4 milyar doları borç yaratan giriş olmuş. Dikkat edin dünyada faizler artıyor, bunlara daha yüksek faiz ödemek zorunda kalacağız... Dahası bu paranın bir bölümünü oluşturan sıcak parayı tutmak için ise ona iyi kazançlar sunmaya devam etmek zorundayız. Aksi takdirde neler olabileceğini 2001 yılından hatırlamıyorsak, son 15 gün içinde olanlara bakarak anlayabiliriz… Geçmiş yıllara gidelim. Türkiye ne zaman rahatlıkla borçlanıp döviz girişi sağlamış ise faizler gerilemiş, ekonomi büyümeye başlamış ve enflasyon kontrol altına alınabilmiş. Tam tersi olduğunda faizler fırlamış, ekonomide üretim ve tüketim daralmış, enflasyon hızla yükselmeye başlamış. Türkiye’de enflasyon, faiz ve kamu dengelerinde başarı sağlanmış ise bunun önemli oranda (tabii ki diğer faktörler de var) aşırı döviz girişi ile döviz kurlarının gerilemesine bağlı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Döviz ucuzladıkça ithal girdi fiyatları hızla geriliyor, dışarıdan otomobil, beyaz eşya, pamuk, kumaş, parfüm, elma, armut daha düşük fiyatla temin edilmiş oluyor. Özellikle ithalata dayalı sektörlerde enflasyon baskısı ortadan kalkıyor. Bu arada zaten krizlerle bozulan gelir dağılımı nedeniyle, geniş kesimlerin satın alma gücü kırıldığından enflasyon kontrol altına alınmış oluyor. Diğer taraftan yerli üretici, çiftçi düşük maliyetle giren ithal mallarla boy ölçüşemediği için maliyetleri yüksek olsa bile malının fiyatını artıramıyor. Yerli girişimci de üretmek yerine ithal etmenin peşinde koşuyor. Dışarıdan giren dövizler krediye dönüştükçe, içerideki tasarruflar tüketime yönlendirildikçe ekonomi canlanıyor ama bu istihdama yansımıyor. İşsizlik bir türlü azaltılamıyor. Nedeni açık: içeride üretmek yerine dışarıdan satın almak yani ithal etmek daha cazip hale geliyor… Dışarıdan gelen döviz kuru ucuzlattıkça içeride üretip de yurtdışına satmaya çalışanlar malları pahalı olduğu için rekabet gücünü kaybediyor. Onlar da çözümü daha çok ithal girdi kullanmakta buluyor… Sonuçta ağırlıklı borç olarak gelen aşırı döviz içeride yüksek getiri peşinde koşarken, dövizi ucuzlatıyor. Ülke ekonomisi ucuz ithal girdileri ve artan kredilerle canlanmış gibi görünüyor. Faiz ve enflasyon düşüyor… Ama bunun maliyeti artan borç, sermaye hareketlerinin “keyfine” bırakılmış bir ekonomi, hızla rekabet gücünü yitiren yerli üretim ve artan işsizlik olarak karşımıza çıkıyor… Makro ekonomik istikrar yalnızca “yurtiçinde işlerin iyi gidiyor görüntüsü” ile sağlanmaz. 2003 yılından günümüze kadar ülkenin rekabet gücü kırıldığı için ortaya çıkan 55 milyar dolarlık döviz açığı da “dış denge” demektir. Makro ekonomik istikrar, iç ve dış denge ile birlikte sağlanır. Sanal ortamı, “makro ekonomik istikrar sağlandı, bu güzel havayı bozmayalım” açıklamalarıyla korumak mümkün değildir… |
|||||