|
|||||
|
|||||
AB gündeminin içinde bulunan ve "şeffaflık ve etik" gereksinimine verilen önem ve öncelik son dönemlerde ön planda bulunmaktadır. Brüksel’de şeffafalık ve etik değerler üzerine yapılan çalışmaların ivme kazanması ve tüm AB üye ve aday ülkelerde bu beklentilerin kamuoyunda tartışmaya açılması, Türkiye içinde çok olumlu bir gelişmedir. Etik ve şeffaflık kavramlarının hala soyut değerler olarak algılandığı ülkemizde bunların somut yaptırımlar haline gelebileceği halen kamuoyu, bürokrasi ve siyasetçiler tarafından algılanamamaktadır.
AB bugün gelmiş olduğu noktada hem kendi siyasetçilerini ve bürokrasisini, hem üye ülkelerin kendilerini yönetme şekillerini şeffaflık ve etik değerler açılarından ciddi bir şekilde sorgulamaktadır. Şeffaflığın artık tüm kurumlar için vazgeçilmez bir unsur olduğu bu dönemde "doğruluk ve dürüstlük bütünlüğü" gereksinimi her üç sektör için bir kamuoyu beklentisi haline gelmiş, karar alma süreçleri içinde ortak etik değerler kullanmak da bir yaptırım haline gelmiştir. Dolayısı ile her kamu kurumu, vatandaşlarından topladığı vergiler üzerinden yaptığı harcamalarda bu değerlere saygı göstermek ve bu yaptırımlara uymak zorundadır. Uymadığı takdirde ise bunun bedelini seçim sandıklarında ödemiştir. AB’de durum böyle olmakla beraber maalesef Türkiye’deki gerçek oldukça farklıdır. Gelir dağılımının son derece bozuk olduğu ülkemizde, yüksek borç ve kayıtdışı ekonominin varlığı ile seçmenlerimiz siyasetçilerine "hesap sormak" yerine günlük ve temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadırlar. Bu noktada "hesap sorma" ve "bilgi isteme" sorumlulukları sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir. Ama ülkemizdeki STK’lar içlerinde de benzer sorunlar bulunmaktadır. Bilgiye ulaşabilmek "e-devlet" projesi ile biraz daha kolaylaşmış olsa dahi, kamuoyu ile paylaşılan bilginin miktarını, içeriğini ve önceliğine devlet karar vermektedir. Bu doğal olabilir ama bilgi paylaşma yönteminde şeffaflık esası nedir? Bu bile tam olarak şeffaf değildir! Kamuoyuna ne kadar bilgi gereklidir? Bilmeleri gerektiği kadar mı, yoksa yönetenlerin hatalarını göremeyecekleri kadar mı? Veya insanların aklını karıştıracak doğru ve yanlış bilgileri beraberce vererek ve en sonunda da bütün bilgiler devlet arşivlerinde bulunmaktadır demek kadar mı? Burada iki seçenek bulunmaktadır: İlki insanlara kendilerine gerekli olabilecek tümbilgileri onlarla paylaşmaktır. Bu insanlarına karşı devletin onların bilgi taleplerini yerine getirmesidir. "Karnı aç olan birine balık tutmayı öğretecek" bilgiyi paylaşmak gibi. İkinci yaklaşım ise tüm bilgileri bir "kara kutu" içinde saklamak ve sadece bilinmesi gerektiği takdirde bu kutunun içinden bilgi çıkarmaktır. Buradaki yaklaşım ise, "alkolik birinin eline rakı şişesini gereksiz yere neden vereyim" yaklaşımıdır. Bu benzetmelerden yola çıkarak Türkiye’deki olan yaklaşımın takdirini ise sizlere bırakıyorum. Şeffaflıkda esasın, bilgi paylaşma ve ortak etik değerler üzerine kurulması gerektiği saptamalarını yaptıktan sonra, neden bunun tüm kamu, sivil toplum ve özel sektör kurumları için önemli olduğunu paylaşamak isterim. Bunun üç temel sebebi bulunmaktadır: •Şeffaflık kurumların karar alma süreçlerinin "doğruluk ve dürüstlük bütünlüğü" içinde çalışmasını sağlar. Az şeffaflık kamu yararına alınan kararların doğruluğunu ve gerekliliğini sorgulatır. Çok şeffaflık ise herkesin katılımı ile doğru ve gerekli kararların alınmasını engelleyebilir. Dolayısı ile şeffaflık sisteminin net bir şekilde tanımlanması ve tüm pay sahipleri tarafından ortak olarak ve somut bir şekilde kabul edilmesi gerekir. Türkiye bugün bulunduğu noktada, az şeffaflıkdan çıkarken kat etmesi gereken uzun mesafeler bulunmaktadır. •Kamuoyunun güvenini temin etmek için şeffaflık şarttır. Güven olmayan bir ortamda kurumlarında uzun vadede başarılı ve kalıcı olmaları mümkün olmayacaktır. Türkiye’de devlet kurumlarına güven süratle azalmaktadır. •Şeffaflık karar alıcı noktalarda ve kurumlarda oturan insanların kendi başarıları için bir güvencedir. Bir başka deyişle "oto kontrolün" olduğu ortamlarda karar alıcı kişiler şeffaflık sayesinde aldıkları kararları şeffaflık sistemi ve etik değerler doğrultusunda almış olurlar ve bireysel riskler almazlar. Türkiye’de bunun böyle olmamasının bedeli "bürokrasinin çalışmaması" ve gördüğümüz "kamu yolsuzlukları dosyalarıdır". Yukarıdaki sebeplerin oluşması için inşa edilmesi gereken dört temel yaptırımbulunmaktadır: •Finansal harcamalarda mutlaka hesap verilirlik yaptırımının olmasını sağlamak. •Kişisel ve ortak etik değerlerin güçlendirilmesini temin etmek. •Kurumların bağımsızlığını güçlendirmek ve hesap vermelerini sağlamak. •Hukuki yapıyı güçlendirerek yargının bilgisini arttırmak. Tüm kurumlar için geçerli olan bu yaptırımların belkide "olmazsa olmazı" finansal harcamalarda hesap verilirlik şartıdır. Kamuoyu tüm kamu harcamalarının neden ve nasıl harcandığını bilmek hakkına sahiptir. Toplama ve harcama çok önemli sorumluluklardır, dolayısıyla bunları yapanlar büyük sorumluluk altındadırlar. Bu sorumluluğu güven içinde taşımanın yolu ise şeffaf olarak ve hesap vererek yerine getirilmelidir. Tüm kurumlarda çalışanlarını "bağlayacak" olan ortak etik değerler bulunmalıdır. Doğruluğun, dürüstlüğün, adil olmanın, başarının tanımları tüm pay sahipleri tarafından belirlenerek kabul görmeli ve o kurum içinde bir yaptırım haline gelmelidir. "Gri alanlar" asgariye indirilerek herkesin aynı değerler doğrultusunda karar almaları sağlanmalıdır. Kamu kurumları özerk yapılarını güçlendirerek siyasetçilerin etki ve nüfuz alanlarının dışında kalmalıdırlar. Bununla beraber hesap vermek ve şeffaflık konularında çok daha hassas olmak zorunluluğunun bilincinde olmalıdırlar. "Hukukun hakimiyeti" esası güçlendirilerek kanunlarla, uygulamaların daha adil, daha uyumlu ve daha süratli çalışması sağlanmalıdır. Bunun için gerekli yatırımlar mutlaka süratle yapılmalıdır. Yargının bilgisi süratle güncelleştirilmeli ve ihtisas mahkemeleri kurulmalıdır. Süratle değişen ve küreselleşen bir dünyada Türkiye’nin daha rekabetçi olabilmesi ve uluslararası sermayeyi çekebilmesi için "hukukun hakimiyeti" ve "yargının modernleşmesi" çok önemli iki unsurdur. Aslında yukarıda yazdıklarıma bakılınca "iyi yönetişim"in parçaları olan şeffaflık, hesap verilirlik, devamlılık, tutarlılık, etik değerler, süreklilik ve katılımcılık gibi kavramların AB’de yoğun bir şekilde tartışıldığına şahit olmaktayız. Kamuoyuna ait olan harcamaları yapan "kamuya öncelikle iğneyi batırırken", özel sektör ve sivil toplum temsilcileri olarak "çuvaldızı da kendimize batırmalıyız". Elbette kamu sorumluluğu çok önemli ve hassas bir konudur. Bunun hesabını da 70 milyon kişi sormalıdır. Fakat bununla beraber kamuya örnek olması gereken sivil toplum sektörü ne yapmaktadır? AB’den "gelişmekte olan ülkelere" her sene verilen 2 milyar euroluk yardım STK’lar tarafından ülkelerinde projelendirilip harcanmaktadır. Bu STK’lar ne kadar şeffaf olmaya özen göstermektedirler? Kanunen bir yükümlülükleri olmamakla beraber ne kadar STK finansal gelir ve giderleri konusunda hesap vermektedir? Bunlarda önümüzdeki senelerde Türkiye’de bir şeffaflık sistemin içinde olacaklar mıdır? Özel sektör yatırımcılarına karşı ne kadar şeffafdır? Halka açık şirketler pay sahiplerine ne kadar hesap vermektedirler? Uluslararası kurumsal yatırımcılar için Türk şirketleri ne kadar caziptir? Sermaye gücü olmadan Türk şirketleri ne kadar rekabetçi olabilirler? Bağımsız yönetim kurulllarının oluşmasını SPK ne kadar istemektedir? Neden hala iyi yönetişim yaptırımları bir tavsiye niteliğinin üzerinde değildir? Tüm bu soruların cevabını herhalde AB uyum süreci içerisinde göreceğiz. Yalnız bütün mesele bunun önümüzdeki üç sene içerisinde mi yoksa onsekiz sene içerisinde mi gerçekleşeceğini bilemememizdir. Siyasi mutabakat ve tutarlılık olmadığı müddetçe, ben şeffaflık ve etik değerler konularında işimizin 2023 senesine kalacağına inan |
|||||