|
|||||
|
|||||
Türkiye’nintanıtımında bilim, sanat ve sporun yeri hakkında araştırmaya başlayınca büyük bir mirasa ve zenginliğe sahip olduğumuzu bir kez daha gördüm. Ancak kütüphanelerde bu konunun ayrıntılı biçimde işlendiği bir kitaba ve derlemeye rastlayamadım. İnternette de zengin kaynak olmasına karşın bilgiler çok dağınık. Her konuda sağda solda yayınlanmış kısa bilgi var.
Aslında bilim, sanat, spor dallarında yurt içinde yurt dışında kendisini ispat etmiş, bulunduğu ülkede ya daçalıştığı dallarda isim yapmış Türkler’in özgeçmişlerini içeren bir eserin ciddi bir ihtiyacı karşılayacağını bu vesileyle de tespit etmiş oldum.
Sanat kavramını resim, müzik, heykelden, roman, film, tiyatro gibi geniş bir alanı kapsadığını ayrıca belirtmekte yarar var. Ülkemizi tanıtmaya uzun yıllardır gayret göstermişiz. 19. asırdan itibaren Osmanlı Devleti dışa açılmayla tanıtım gayretlerine girmiş, geçenlerde Melih AŞIK’ın köşesinde yazıyordu...... Meksika`nın başkenti Mexico City`de, Bolivar Caddesi kavşağında, gövdesi İznik çinileriyle kaplı bir saat kulesi göze çarpıyor. Zamanında gösterişli bir anıt oluşturuyormuş. Şimdi biraz köşeye sıkışmış. Ama yine zarif ve güzel. Kulenin gövdesindeki plakette şu ibare okunuyor: "La Colonia Otomana a Mexico. Septembre de 1910"... Yani: "Meksika`daki Osmanlı Kolonisi... Eylül 1910"… Meksikalılar’a 92 yıldır zamanı gösteren Osmanlı saatinin mekanizması tıkır tıkır işliyor. Ancak çiniler hayli yıpranmış. Bu saat oraya nasıl ve niye gelmiş? Anlaşılan Meksika`daki Osmanlı kolonisi böyle bir şıklık yapmayı düşünmüş. İstanbul`a haber salınmış. Sultan Reşad Saray`a bağlı bir mühendis grubuyla yeterli miktarda İznik çinisini Meksika`ya göndermiş. Ortaya Osmanlı mimarisinden çizgiler taşıyan bu zarif saat kulesi çıkmış. Osmanlıca ibare-lerden anlaşılıyor ki, saatin mekanik kısmı da İstanbul`dan yollanmış. Cumhuriyet Türkiyesi de geri kalmamış. Kuruluşundan 3 yıl sonra 1926’da Karadeniz gemisiBatı limanlarınıdolaşıp genç Cumhuriyeti tanıtma seferine çıkar. Manisa Mebusu Mazhar MÜFİT Bey’in fikriyle ilk yüzen fuarımıza sahip oluruz. Hollanda`da yaşayan yapımcı Gülay ORHAN arşiv çalışması yapmış... İngiliz ve Rus arşivlerinde geminin ziyaretiyle ilgili filmler bulmuş.. Garanti Bankası ve Hollanda Kültür Fonu`nun maddi desteği ile Yönetmen Soner SEVGİLİ çok hoş bir belgesel meydana getirmiş... Adı "Seyr-i Türkiye: Karadeniz" O günlerin ürünleri gemiye doldurulur: Hacı Bekir Lokumu, Krem Pertev, Tekel ürünleri, halılar, kehribar tespih ve ağızlıklar, Beykoz kunduraları, Bursa ipeklileri, tiftik, haşhaş, kereste örnekleri vb... Albay Zeki ÜNGÖR yönetiminde 48 kişilik Riyaseti Cumhur Senfoni Orkestrası... Bal Mahmut, Vala NURETTİN gibi yazarlar... Genç sanatçılar... Çevirmen olarak Robert Kolej öğrencileri ile tüccar taifesi tekneye doluşur. Gemi 185 yolcusuyla yola çıkar... Mustafa KEMAL, Mudanya`da gemiyi gezer, herkese iyi yolculuklar diler, ilk durak Barselona’dır. Peşinden Marsilya, Le Havre, Amsterdam, Londra, Hamburg, Leningrad vs... 12 ülkede 16 liman ziyaret edilir... Her limanda binlerce kişi gemiyi ziyaret eder, gezip görür. Fransa`da gazeteler; "Bizim neden böyle bir yüzer sergimiz yok” diye sorar... Riyaseti Cumhur Orkestrasının Hollanda`da verdiği konser 8 bin kişi tarafından izlenir... Ziyaret ettiği limanlarda gönülleri fetheden Karadeniz, 86 gün denizde kaldıktan sonra yurda döner. Günümüzde tanıtım artık çok daha kapsamlı bir kavram. Genel yanılgı ise tanıtımın bir ülke hakkında bol bol reklam yapma, adından söz ettirme olduğunu sanmaktadır. Oysa arkasına saygınlık ve inandırıcılık sıfatlarını ekleyemeyen tanıtımların kalıcı olmadığını, camın üstünde akan su gibi iz bırakmadıklarını bilmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Örneğin Türkiye’yi güneş, kum, deniz ve tarihi eserlerden oluşan bir ülke olarak tanıtmak, tanıtmak değil reklamdır. Kalıcılığı yoktur. Geçici ihtiyaçlara cevap verir. Çünkü benzer nitelikleri sunan çok sayıda ülke vardır. Ancak bu niteliklere bilimsel, sanatsal kültürel, sportif aktivitelerle derinlik kazandırdığımızda reklam kalıcı tanıtıma dönmektedir. Sevda YILGAN adında, Almanya’da yetişmiş turizm sektöründen bir hanım gönderdiği bir iletide bakınız ne yazmış; Turizm de ucuz ülke olduk. Peki “Ucuz ülke imajını nasıl silebiliriz?” Ülkeyi sadece güneş, kum ülkesi olarak sunmaz, farklı organizasyonları buraya çekersek o kadar başarılı oluruz. Çünkü bir sanatsal başarı, sanatçıların Türkiye`ye akınını başlatıyor. Caz festivaline caz severler geliyor. Futboldaki başarıların yaptığı tanıtıma, hiçbir ülkenin bütçesi yetmez. Milli takımın başarısı Türkiye`ye ilgiyi artırıyor. Sporun, sanatın, kültürel faaliyetlerin desteklenmesi gerekiyor. Sanatın, kültürün bir değeri yoksa, o ülke ucuza gidiyor. Örneğin Tıp Kongresi`ne gelen yabancı uzman, Türkiye`yi görmüş oluyor. Sonra ailesiyle tatile geliyor. Bu çalışmalar yüksek gelirli turisti çekmeye başlıyor. İSTANBUL HAK ETTİĞİ YERDE DEĞİL Dünya turizm başkentlerine bakarsak, İstanbul hak ettiği yerde mi? Maalesef değil. Plansızlığın getirdiği bir sonuç. Bugün sadece Prag 14 milyon turist alırken, İstanbul daha bu yıl 5 milyon turist rakamına ulaştı. Edirne ve İpsala sınır kapısından girenlerin de İstanbul`a geldiğini bildirdiğimiz için, 5 milyon rakamına ulaşıldı. Çünkü Prag bir tarih ve kültür şehri olarak bileğinin hakkıyla sivrilirken, İstanbul eğlence şehrigelişimine girdi. Roma, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarına başkent olmuş bir şehrin kendisine yakışacak bilim, sanat ve olimpiyat şehri imajını verebildiğimizde esas bu işi başarmış oluruz. Türkiye’nin onca zenginliğine rağmen tanıtımında bilim, sanat ve kültürün ağırlıklı olmayışı, sportif başarılarının süreklilik kazanmayışı, dış dünya da arzuladığımız “saygın ülke” konumuna erişmemizi engellemektedir. Oysa 1930’larda genç Cumhuriyetin başarıları dış dünyayı adeta büyülemiş. 1933 de Albert EINSTEIN gibi dünyanın en ünlü bilim adamı Ankara’ya gönderdiği mektupla Nazi zulmünden kaçmak isteyen Musevi asıllı 40 Alman bilim adamına sığınma hakkı talep ediyordu. Cumhuriyet kuruluşundan 10 yıl sonra böylesine inandığımız bir saygınlığa sahip sığınak bir ülke olarak, Avrupa’nın önde gelen bilim adamlarına kapılarını açıyor, onlara İtalya, Almanya, İspanya, Portekiz gibi ülkelerde bulamadıkları bir Hukuk Devleti düzeni içerisinde özgür yaşam hakkını veriyordu. Cumhuriyetin ilk dönemlerine ait güzel bir öykü de, Hafif Müzik dünyasında geçenlerde kaybettiğimiz Ahmet ERTEGÜN’ün babası Washington Büyük Elçimiz Münir ERTEGÜN ile ilgilidir. Hakkında ki bir hikayeyi Ertuğrul ÖZKÖK’ün kaleminden okuyalım; 1940’lı yılların sonlarına doğru, Büyükelçiye bir ABD senatöründen mektup gelir. Mektup şöyle başlamaktaydı; “Sayın Bayım, Bazı kişiler bana, kara derili bir şahsı ön kapıdan evinize aldığınız bilgisini ulaştırdı. Size şunu bildirmeliyim ki, biz ülkemizde bu tür davranışları tasvip etmiyoruz.” Senatör açıkça tehdit edip, zencileri evinize hele hele evinizin ön kapısından asla sokmayın diyordu. ERTEGÜN, güneyli senatöre şu mektupla cevap veriyor: “Sayın Bayım, Bizim ülkemizde dostlarımız evimizin ön kapısından girerler, mamafih siz geldiğiniz takdirde arka kapıdan girmenizi temin ederiz.” Bugün durum nasıl sorusuna verilerde çok olumlu ama denklemde yetersiz diyebilirim. Bunu anlamını şöyle açıklayabilirim. Her alanda ve dalda, yurt içinde ve dışında yetişmiş ün ve kariyer sahibi insanlarımız var ama bunlardan belirli ve düzenli bir anlayış içersinde Türkiye`nin tanıtımı için yararlanmak diye bir politikamız yok. Kimlerimiz var sorusuna ise, kimlerimiz yok ki diye cevap verebilirim. Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gökhan HOTAMIŞLIGİL, obezite ve şeker hastalığına sebep olan geni buldu. Goethe Üniversitesi cerrahlarından Prof. Dr. Tayfun AYBEK, kalp krizini önced |
|||||