|
|||||
|
|||||
Finansal krizin ardından, para ve bankacılık kâhinleri “yeniden sermayelendirme” tamtamlarını çalıp duruyorlar; yani bize, krizleri önleyebilmek için bankaların daha güçlü olması gerektiğini söylüyorlar. Bunu sağlamak için, gelişmiş dünyadaki hükümetler bankaları taze sermaye oranlarını arttırmaya ve bilançolarını sağlamlaştırmaya zorluyorlar. Bankalar sermayelerini arttıramadıkları takdirde, riskli varlıklarını (verdikleri kredileri) azaltmaları isteniyor. Her durumda, bankaların sermaye-varlık oranının öyle ya da böyle arttırmaları gerektiği, bu oran ne kadar yüksek tutulursa o kadar iyi olacağı söyleniyor. Ekonomi ve politika alanındaki neredeyse her önemli figür bu sürüye katıldı. 2010’da Milletlerarası Tediye Bankası tarafından temsil edilen dünya merkez bankaları Basel III kararlarını aldı; küresel bir çerçeve oluşturan bu kararlara göre, başka şeylerin yanı sıra, bankaların sermaye yükümlülükleri risk ağırlıklı varlıklarının % 4’ünden an az % 7’sine çıkarıldı. Yüksek banka sermayesi yükümlülüklerinin, bir ekonomik çöküşün ortasında dayatılması durumunda, para arzını sıkıştıracağı ve ekonomik büyümeyi bastıracağı için hatalı olacağını daha önce söylemiştim. Ekteki tabloda görebileceğimiz gibi, bu endişe duymamız gereken bir şeydir, çünkü para miktarıyla nominal milli gelir arzı arasında yakın bir ilişki vardır. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bankalar Basel III’ün 2013 uygulamasını öngörerek bilançolarını budadıkları için, katılımcı ülkelerin çoğunda geniş para artışı en iyi durumda durgunlaştı. Bunun sonucu da bugüne kadar mali regresyon ve kredi darlığı oldu. Bunun bir çöküşün ortasında ölümcül bir kokteyl olduğu kanıtlandı. Öngörülerinin son birkaç yıldaki kötü sonuçları düşünüldüğünde, bu para ve bankacılık kâhinlerinin hatalarının nedenini aramaları gerektiği düşünülebilir. Ya da en azından yeniden sermayelendirme çılgınlığının etkinliğini sorgulamaya başlamaları beklenir. Ama tam tersine, merkez bankaları (Milletlerarası Tediye Bankası, Bank of England, FED vb…) ve karmaşık kısaltmalardan oluşan bir düzenleyici kurullar listesi (Britanya Finansal Hizmetler Kurumu (FSA), ABD Finansal İstikrar Denetim Kurulu (FSOC), G20’lerin Finansal İstikrar Kurulu (FSB), Avrupa Birliği’nin Avrupa Bankacılık Kurulu (EBA) vb…) banka sermayesi uygunluk şartlarında yeni bir artış çığırtkanlığına çoktan başladılar. En yeni çağrılar, göreceğimiz gibi yeniden sermayelendirme hareketinin “kurucu babaları” arasında olan, Bank of England’ın görevinden ayrılan başkanı Mervyn KING oldu. Bu kâhinler küresel bankacılık sistemini neden yeni bir sermaye yükümlülüğü artışıyla dizginlemek istiyorlar? Üstelik bunu Avrupa çift dipli resesyondayken ve ABD ve İngiltere büyüme resesyonlarına batmışken öneriyorlar. Bunun nedeni sadece, bu politikanın istekleri dışında da olsa yarattığı yıkıcı sonuçların farkında olmamaları mı? Aslında bu hikâyede görünenden daha fazlası var. Bu küresel sermaye takıntısının arkasındaki nedenleri anlamak için, Britanya’dan ve Prof. Tim CONGDON’un Serbest bir Toplumda Merkez Bankası Yönetimi (Central Banking in a Free Society) adlı kitabında çok iyi belgelediği utanç verici Northern Rock olayından başlamamız gerekir. Yeri gelmişten belirtmeliyim ki, yaygın inancın aksine finansal krizi başlatan olay 2008 Eylülünde Lehman Brothers’ın iflası değildi. Tersine, ilk işaret fişeği İngiltere’de, 2007’de Northern Rock’ın çöküşüyle atılmıştı. 9 Ağustos 2007’de Avrupa para piyasaları BNP Paribas tarafından ABD yüksek faizli kredi pazarına yüksek oranda yatırım yapılmış iki fonundan para çekme işlemlerinin askıya alınmasıyla dondu. Karlı ve ödeme kabiliyeti olan Northern Rock likidite için bu toptan para piyasalarına güveniyordu. İhtiyaç duyduğu kısa dönem finansmanını sağlayamayan Northern Rock göreli olarak alçakgönüllü bir likidite enjeksiyonu (3 milyar İngiliz Sterlini) için Bank of England’dan yardım istedi. Bu haber 13 Eylül 2007, Perşembe günü Bank of England’dan BBC’ye sızdırılmasaydı, son çare olarak başvurulan bu kredi işe yarayabilirdi. Ertesi sabah mevduat sahipleri banka şubelerine akın etti ve Pazartesi sabahı Başbakan Gordon BROWN müdahale ederek Northern Rock’ın tüm mevduatlarının teminat altına olduğunu söyledi. Ancak zarar çoktan gerçekleşmişti. Mevduat sahiplerinin hücumu Northern Rock’ı (likit olmasa bile) ödeme kabiliyeti olan bir bankadan iflas etmiş bir kuruluşa dönüştürmüştü. 2007 sonunda, Britanya vergi mükelleflerinin 25 milyar Sterlinin üzerinde parası Northern Rock’a aktarılmıştı. Şirketin hisseleri dibe vurdu ve bir dizi yatırımcı iflas eden bankayı devretmek için teklifleri kabul edeceklerini ilan ettiler. Ama bu olmayacaktı, çünkü Birleşik Krallık Maliye Bakanlığı Northern Rock’ın satışıyla ilgili her teklif konusunda son sözün kendisine ait olduğunu ilan etmişti. Maliye Bakanı Allistair DARLING başarısız bir satış girişiminde bulundu ve 7 Şubat 2008’de biri dışında teklif verenlerin hepsi çekildi. On gün sonra, DARLING Northern Rock’ın kamulaştırılacağını duyurdu. Skandalın ardından görünüşü kurtarmaya çalışan Gordon BROWN (ve KING, DARLING ve İngiltere’nin politik çokbilmişlerinden oluşan arkadaşları) parmaklarını bankalara çevirdiler ve bankaları “daha güvenli” hale getirmenin ve artık kurtarma operasyonu yapmamanın tek tolu olarak “yeniden sermayelendirme” çığırtkanlığı yaptılar. BROWN, Beyond the Crash (Çöküşün Ötesinde) adlı kitabının giriş bölümünde “ŞİMDİ Yeniden Sermayelendir” sloganının altını iki kez çizdiği anı şöyle yüceltiyor: “Görme duyumu olumsuz etkileyen çocukluğumdaki bir spor kazasından bu tama kullandığım kalın uçlu siyah keçe kalemle bir kâğıt parçasına yazdım. Altını iki kez çizdim.” Bu anın yerini alacak David CAMERON’un BROWN’ı Northern Rock olayı üzerinden eleştirmeye başladığı zamanlara denk geldiğinden şüpheleniyorum. Vergi mükelleflerinin parasına Britanya bankacılık sistemini desteklemek için kullanmaya “zorlanmak” elbette BROWN’ın hoşuna gitmemişti. Vergi mükelleflerinde değerli paralarının cüzdanlarından alınmasından memnun olmamışlardı. Ama BROWN öfkesini Mervyn KING’e ve Northern Rock bankasının iflasını tetikleyen Bank of England’daki sızıntıya yöneltmek yerine, doğru olmasa bile politik açıdan daha elverişli bir adım atarak, denenmiş ve işe yaradığı kanıtlanmış bankaları fırçalama yoluna saptı. Brown benzer düşüncelere sahip çok sayıda taraftar kazandı. Mali kriz derinleştikçe, tüm dünyada politikacılar, düzenleyiciler ve merkez bankacıları eleştiri oklarını ticari bankalara yönelttiler. Sonraki aylarda Britanya Finansal Hizmetler Kurumunun Birleşik Krallık Bankaları için sermaye yeterlilik şartlarının yükseltildiğini açıklamasıyla (Aralık 2008) artan banka yeniden sermayelendirme eğilimi Basel III (Eylül 2010) ile zirvesine ulaştı. Yerleşik sistem artan sermaye-varlık oranlarını memnuniyetle karşıladı. Sistemin temsilcileri daha fazla sermayenin bankaları daha güçlü ve güvenli kıldığını iddia ediyorlar. Bu ilk bakışta mantıklı bir sonuç gibi görünmekle birlikte, kesinlikle mantıklı değildir. Bankalar Basel III kurallarına cevap olarak kredi musluklarını kıstılar ve nakit ve sermaye karşılığı gerektirmeyen ve Basel kurallarına göre “risksiz” olarak değerlendirilen hazine tahvili pozisyonlarını ciddi oranda arttırdılar. Uluslararası Para Fonu (IMF) ve merkezi Paris’te bulunan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Kuruluşu (OECD) bunun GSMH artışı engelleyeceğini ve kredi faizlerini arttıracağını sessizce kabul ettiler. Ama bir ekonomik çöküş döneminde sermaye yükümlülüklerini arttırmanın olumsuz etkisini bugüne kadar tam olarak değerlendiremediler. Burada sorun doğru bir şekilde para arzına odaklanmamaları. Gerçekten de, para açısından (tam olarak, banka parası açısından) bakıldığında, resim çok belirginleşmektedir. Bir bankanın aktifleri (nakit, krediler ve tahviller) pasiflerine (sermaye, borç senetleri, bankanın hissedarlarına ve müşterilerine karşı borçları) eşit olmalıdır. Çoğu ülkede, bir bankanın pasiflerinin çoğu (yaklaşık yüzde 90’ı) mevduatlardan oluşur. Mevduatlar ödeme yapmak için kullanılabilecekleri için, “para” olarak değerlendirilmelidir. Buna göre, banka pasiflerinin büyük bölümü paradır. Bankalar sermaye-varlık oranlarını arttırmak için, sermayelerini arttırabilirler veya riskli varlıklarını azaltabilirler. Bankalar riskli varlıklarını azalttıkları takdirde, mevduat pasifleri azalır. Bunun sonucunda da para dengeleri bozulur. Bir bankanın sermaye-varlık oranını arttırmanın diğer yolu yeni sermaye eklemektir. Bu da parayı yok eder. Bir yatırımcı yeni çıkarılan banka sermayesi satın aldığında, bu yeni hisseler için bir banka hesabındaki parasını kullanır. Bu da bankacılık sistemindeki mevduat pasiflerini azaltır ve parayı yok eder. Böylece, bankaları daha güvenli hale getirmek adına kaldıraç oranlarını azaltmak ve bilançolarını küçültmek paradoksal bir biçimde para dengelerini yok etmektedir. Bu da, şirketlerin likidite durumuna ve varlık fiyatlarına zarar vermektedir. Sermaye-varlık oranlarının düşük olduğu duruma göre harcamaları da azaltmaktadır. İngiltere’de hükümetin dayattığı bu kaldıraç oranlarını azaltma operasyonu özellikle talihsiz sonuçlara yol açtı. Ekteki tablonun gösterdiği gibi, İngiltere’nin para arzı 2007’den bu yana düşüyor ve halen para arzında %13 oranında bir eksiklik görülmektedir. İngiltere’nin para arzındaki sıkıntıların kaynağı toplam para arzının çok öneli banka parası bileşenidir. Özel bankacılık sistemi tarafından üretilen banka parası İngiltere’nin toplam para arzının büyük bölümünü (% 79’unu) oluşturmaktadır. Mervyn KING’in önerdiği yeni yeniden sermayelendirme hamlesi kabul edilirse daha fazla zarar görecek olan şey bu banka parasıdır. Ekteki tabloda görüldüğü gibi, Britanya Finansal Hizmetler Kurumu’nun İngiltere Bankaları için sermaye yeterlilik oranlarını yükseltmeyi planladığını duyurmasından bu yana banka parası artış oranları ve toplam para arzı düştü. Bu nasıl olabildi? Her şey bir yana, Bank of England KING’in liderliğinde gevşek bir para politikası uygulamadı mı? Evet, Bank of England 2009 Mart’ında parasal genişleme programını başlattığından bu yana toplam para arzının devlet parası bileşeni % 23 arttı ama Ocak 2011’den bu yana toplam para arzı düşüyor. ABD’de bu gevşek devlet parası/sıkı banka parası politikası karmasını uyguladı. ABD’deki toplam para arzının kabaca yüzde 85’ini banka parasının oluşturduğu düşünüldüğünde, ABD’de de bir para arzı yetersizliği (tam olarak söylemek gerekirse % 6.73) görülmesi şaşırtıcı olmamalıdır (ekteki tabloya bakın). Parasal genişleme ve FED’in gevşek para politikası hakkındaki bu kadar gürültüye rağmen, rahatsız edici gerçek ABD’deki toplam para arzının hala, dengede, oldukça sıkı olduğudur. FED’in birkaç yıldır parasal hızlandırma politikaları uyguladığı ve bunun faizlerin yapay olarak düşmesine neden olduğu doğrudur. Bu durum Prof. Ronald McKINNON’un 2006’da yayınlanan Exchange Rates under the East Asian Dollar Standard: Living with Conflicted Virtue adlı kitabında sıfır faiz tuzağı olarak tanımlanmıştır. Bu ekonomiyi canlandırmak yerine kredi musluklarının daha da kısılmasına ve tasarruf sahiplerinin ve emeklilerin daha düşük faizlerle cezalandırılmasına neden olmuştur. Bunun nedeni Basel kuralları çerçevesinde bir bankanın sermaye yeterliliğinin öz sermayesinin riskli varlıklarına oranıyla hesaplanmasıdır. Basel kurallarının bu özelliği nakit ve daha da önemlisi, hükümet tahlillerini “risksiz varlıklar” olarak kabul edilmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda, bankalar sermaye oranlarını ayarlamak zorunda kalmadan belirli devlet tahvillerinden çok miktarda alabilmektedir. Böylece, sermaye yeterliliği açısından, devlet tahvilleri bilançonuzda kredilere göre daha “ucuz” varlıklar olarak tercih edilmektedir. Ama bankalar toplu ve/veya perakende kredi vermeden nasıl para kazanabilirler? Evet, bu sistemi yürütmek “risksiz” ve kolaydır. Örneğin ABD’de FED, Federal Fon Oranlarını sıfıra yakın bir seviyede tutarak, bankalara neredeyse sıfır maliyetle borçlanma fırsatı vermektedir. Bankalar sonrasında bu fonları, yaklaşık 8 baz puan alım satım farkıyla iki yıllık ABD Hazine bonoları almak için kullanmaktadır. Ama bankaların ABD Hazine Bonoları için sermaye karşılığı ayırmaları gerekmediği için, ABD devlet tahvili pozisyonları yıldızlara kadar uçabilir. Aslında, bu tam olarak doğru değil. 20 yüksekliğinde bir kaldıraç oranıyla, bir bankanın Hazine faiz eğrisiyle oynayarak iyi para kazanması mümkündür. Bu teşvik bankaları hareketlendirdi ve bunun sonucunda banka kredileri azaldı ve kredi krizi daha da derinleşti. Krediler şirketler için işletme sermayesi kaynağı olduğu için, kredi krizleri ekonomide arzı kısıtlayıcı bir etkiye sahiptir. Ekonominin çok yüksek bir fazla üretme kapasitesi var gibi görünse bile, gerçekte ekonomini arz tarafı kredi krizi tarafından kısıtlanır. Bu nedenle ekonominin tüm motorlarının çalışmaması şaşırtıcı değildir. Bu durumda kâhinlerin başardığı şey nedir? Şöyle ki, verdikleri felaket haberleri bankacılık sistemini daha yüksek sermaye yükümlülüklerinin yolda olduğu konusunda uyardı. Sermaye yükümlülüklerinin artacağı beklentisi bankaların kaldıraç oranlarını azaltmaya başlamaları için yeterli olduğu için, bankalar bilançolarını Basel III kararları alınmadan önce bile kısmaya başladılar. ABD için hazırlanan ekteki tablonun gösterdiği gibi, bankalar bilançolarını düzenleyicilerin eylemlerini öngörerek küçültmeye başladılar. Sonuç olarak, hâkim politik kesimler bankalar için daha yüksek sermaye yükümlülükleri istemeye devam ettiği takdirde, öngörülebilir gelecekte kredilerin azalmasını, düşük büyüme ve sağlıksız bir para arzı tablosunu görmeye hazırlanın. Bazıları bunun “güvenli” bankalar için makul bir fiyat olduğunu iddia edebilir. Ama Basel III sermaye yükümlülükleri, özellikle de bir çöküşün ortasındayken dayatıldığında bankaları gerçekten de “güvenli” hale getirir mi? Merkez bankaları yüksek sermaye yükümlülüklerinin bankacılık sisteminde kurtarma operasyonlarına ihtiyacı ortadan kaldıracak bir tampon oluşturacağını iddia ediyorlar. Yeniden sermayelendirmenin savunucularının herkesten gizledikleri küçük sırları ise, yüksek kaldıraç oranlı bir banka için Basel III kararlarında belirtilen sermaye-varlık oranının (% 7) büyük bir zarar karşısından yeterli bir tampon oluşturmayacağıdır. Gerçekten de, The Economist dergisine göre Lehman Brothers’ın sermaye varlık oranı, iflasını ilan ettiği tarihten sadece beş gün önce yaklaşık % 11 idi. Lehman’ın bu “sağlıklı” sermaye tamponunda patlamasının uzun sürmediğini açık bir şekilde gördük. Sorun, mali ve politik otorite sahiplerinin bir ekonomik gerileme döneminin ortasında bu sermaye yükümlülüklerini uygulamaya çalışarak başardıkları şeyin, yalnızca para arzını ve dolayısıyla da genel ekonomik büyümeyi boğmalarıdır. Sonuç olarak, Basel III sermaye yükümlülükleri ekonomileri daha kırılgan ve dolayısıyla bankaları da daha güvensiz hale getirmiştir. Yapay olarak düşürülmüş sıfıra yakın faizlerle bir araya geldiğinde, bu ekonomik kâbustan uyanmakta zorlanmamız şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır. Çözüm ne mi? Vakitsiz ve aşırı banka sermayesi yükümlülüklerini aşağı çekmek ve sıfır faiz tuzağına bir son vermektir. Kâhinler çok zarar verdiler, piyasanın zararı onarma zamanı artık geldi. |
|||||