TULU GÜMÜŞTEKİN

Türkiye Bugün Hukuki Manada AB Üyeliğine En Yakın Noktada
 
CPS Stratejik Danışmanlık Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Tulu GÜMÜŞTEKİN, 1991’de İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Brüksel’deki Avrupa Birliği Komisyonu’nda bir yıl staj yaptı. Ardından Brüksel’de hukukçu olarak çalışmaya başladı. 1994-1999 yılları arasında ABD’nin önde gelen hukuk şirketlerinden Morgan Lewis & Bockius’un Brüksel ofisinde, AB rekabeti, ticaret ve gümrük hukuku konularında uzmanlaştı. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği hazırlık sürecine katıldı. Gümrük Birliği’ne uyum ve uygulamalar konusunda Türk şirketlerine danışmanlık yaptı. ABD Ticaret Odası’nın Avrupa Birliği’ndeki AB Enformasyon, Komünikasyon, Teknoloji ve Hizmetler Komitesi ile AB Dış İlişkiler Komitesi’nde üyelik yaptı. 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı onaylanınca kendi şirketi CPS Stratejik Danışmanlık Grubu’nu kurdu.
 

Brüksel’e gidişiniz nasıl oldu?
Aslında biraz tesadüf oldu. Ben uluslararası hukuk konusunda çalışmak istiyordum.O zamanlar AB perspektifi Türkiye’de çok zayıftı. Bana bu sevdayı ilk aşılayan; o zamanlar İKV ve TÜSİAD’ın AB temsilcisi olan Hayri ÜRGÜPLÜ’dür. Onun yönlendirmesiyle Brüksel’e gitmeye karar verdim.Oysaki o dönem ben uluslararası hukuk master’ı yapmayaABD’ye gidecektim... 1999’un sonunda CPS’i kurdum.Merkezi Brüksel’deydi, daha sonra İstanbul’da ve Amerika’da da yapılaştık.

CPS’in kuruluş amacını anlatır mısınız?
CPS benim farkettiğim bir ihtiyaçtan yola çıktı. Neydi o ihtiyaç? 94-95 yıllarında Gümrük Birliği sürecinde ABD’de çalışıyordum ve şunu anladım: Türkiye’deki özel sektörün menfaatlerinikorumak ve sıkıntılarını bu kurumlar nezdinde savunabilmek için Türkiye’yi ve Türkiye dosyasını iyi anlayan ve aynı zamanda Brüksel’i de iyi bilen insanların olması lazımdı. İki noktanın da iyi kavranabilmesi lazım ki çözüm yaratılabilsin. Türkiye’de o dönemde böyle bir oluşum yoktu. Bir Türk gelip de Amerikalı, Fransız, Belçikalı ile sorununu çözmeye çalışıyor, Türkiye’nin önemli noktaları ve hassasiyetleri kavranamayınca bir zorluk yaşanıyordu, bu durumda bir köprüye ihtiyaç duyuluyordu, biz de o köprüyü kurmak amacıyla CPS’i yarattık. Kamu ilişkilerine ait bir kurum mevcut değildi, Türkiye için bir ilk oldu. Önceleri bu konsepti anlatmaya zorlandım fakat şimdi bir noktaya oturtabildim. Türk özel sektörünün veya Türkiye’ye yatırım yapan yabancıların konuyla ilişkilerinde bir hukuki altyapı var ve bunun üstüne inşa edilecek bir lobicilik mevcut. CPS bütün konseptleriyerine getirmek ve köprü görevi yapmak maksadıyla kuruldu. İstanbul ve Washington bürolarımızla aslında bir üçgeni tamamlanış olduk. Türkiye’nin AB sürecini ABD’siz, Brüksel’siz veya Türkiye’siz gerçekleştirmesi çok zor. Türkiye o dönemde bir kriz sürecine girdi, etrafımda umudunu kaybeden çok kişi olmasına rağmen ben inancımı hiç yitirmedim, hep inandım. Bu inanış ve mücadelenin çerçevesinde 2002 yılında Davos’ta “Geleceğin 100 Lideri”nden biri seçildim. Türkiye’nin AB sürecindeki mücadelesinin desteklenmesi gibi bir misyonum vardı. Bu misyonun profesyonel yanı bir tarafa, kamuoyunu mümkün olduğunca aydınlatma görevini yerine getirmeye çalıştım, çünkü Türkiye’de bu konuyu derinden bilen, hem Türkiye’yi hem de Brüksel’i derinden tanıyan kişi sayısı çok fazla değil. Onun için biz profesyonellere böyle bir sosyal sorumluluk düştüğüne inanıyorum. Zaman zaman bu konuda makaleler yazıp konuşmaya çalışıyorum.

Brüksel’deki diğer Türk Sivil Toplum Kuruluşları’ndan farklı olarak ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz?
Onların misyonları ve fonksiyonları çok farklı. Onlar değişik menfaatleri bir araya toplayaraktek bir hedefe yöneliyorlar, biz ise spesifik bir menfaat için yoğunlaşıyoruz, daha kurumsal bazda çalışıyoruz. 3 tip müşteri profilimiz var. Birincisi Türkiye’deki büyük gruplar ve şirketler, ikincisi sektörel baskı grupları,üçüncüsü Türkiye’ye yatırım yapan yabancı şirketler.

Türkiye’nin AB üyeliğini değerlendirir misiniz? Son dönemlerde Türkiye – AB ilişkilerinin krize girdiği yolunda söylentiler var. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir ve ne gibi önlemeler alınmalıdır?
Türkiye bugün hukuki manada AB üyeliğine en yakın noktada. Prensip olarak müzakeresini tamamladığında AB’ye tam üye olma hakkına sahip bir devlet. Bunu etkileyen veya gölgeleyen birtakım siyasi olaylar var. Bunların bir kısmı temeli olan, bir kısmı da temeli olmayan, Türkiye karşıtlarının eline koz vererek manipüle etmeye yönelik olaylar. Bunların ikisini de bir arada incelemek lazım. Siyasi olaylara baktığımızda Türkiye ile ilgili konuşulan özel statü var. Bu özel statü hiçbir zaman hukuki bazını göremediğim, sadece siyasi olarak kamuoylarını rahatlatmak amacıyla söylenen bir söylem. Fakat bir tek AB üyesi devlet yok ki ‘Türkiye’ye ihtiyacımız yok’ desin... Tam üye mi, özel statü mü diye bir tartışma var, hiçbir şekilde Türkiye içimizde olmalı mı olmamalı mı diye bir tartışma yok, bence bu çok önemli. Bu aslında Türkiye’nin AB için kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunun altını çizen nokta. Özel statü diye bir statü yok, çünkü bu statünün bir ülkeyi nasıl konumlandıracağı, ne gibi haklar getireceğinin hiçbiri açıklanmış değil, o zaman benim böyle bir tartışmanın içine girmem manasız. Ben Türkiye’nin tam üyelik sürecini mümkün görüyorum ve bunun da 2014’ler civarında gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Burada tabi ki Türkiye’nin üstüne düşen sorumluluklar var, onların yerine getirilmesi lazım. Avrupa’daki siyasetçilerin bir noktada popülarist siyasetle Avrupa’nın ihtiyaçları arasında bir seçim yapıp Türkiye ile ilgili karar günü geldiğinde o ihtiyaçlar yönünde karar vermesi gerekeceğini görüyorum.

İlişkilerin krize girmesi konusunda ise; müzakere başladı, sorunlar çözüldü ve yapacak bir şey kalmadı gibi bir rahatlama oldu 3 Ekim’den sonra. Bu yanlış bir rahatlama çünkü diğer müzakerelerden farklı olarak Türkiye’nin önünde bir sürü sorun var. Zaten 3 Ekim sürecine gelirken de o sorunları ara formüllerle çözdük. Bazen bunlar miyadını dolduruyor ve önümüze tekrar problem olarak çıkıyor. İşte sonbaharda bu formüllerde bazılarının miyadını doldurduğu ve önümüze tekrar problem olarak çıktığı dönem olacak. Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri çerçevesi içerisinde üzerine düşen bir takım sorumluluklar var, bunlar 9. pakette toparlanmış durumda, ama 9. paket meclisten geçmiş değil. Demokratikleşme sürecinde eğer bir yol katedemiyorsanız, orada bir sorun var demektir, çünkü bir ilerleme raporu yazılacak ve sorunun altı çizilecek. Türkiye eforlarına devam etmek zorunda çünkü Kopenhag Kriterleri’ni tam anlamıyla henüz yerine getirmedi.

Kıbrıs ile ilgili soruna baktığımızda; Kıbrıs’ın tanınması bugünün sorunu değil, ama limanlar konusu kendi başına hukuki temeli olan bir problem, artık siyasileşmiş bir sorun. Karşılıklı birtakım iletişim ve mekanizmalar çerçevesinde bunun biraz daha uzun vade içinde çözümlenmesinin metoduna bakmak lazım. Bu demek değil ki pürüzsüz bir sonbahar geçireceğiz, eğer biz demokratikleşme sürecine adım atmaz, Kıbrıs ile ilgili de hiçbir metot yaratamazsak ve bütün bunları Avrupa kamuoyunda doğru yapamazsako zaman hakikaten çok zorlu bir dönem yaşarız.

Peki şu anda dersimizi iyi çalışıyor muyuz?
Teknik olarak dersimizi iyi çalışıyor olabiliriz, tarama sürecinde performansımız iyi olabilir ancak bütününe baktığımızda bir kere Avrupa kamuoyunda Türkiye ile ilgili algılamaları aşacak bir iletişim stratejimizin olmadığını görüyoruz. Kendi iletişim stratejimiz olmayınca azalan veya kamuoyunda eksik olan destek Avrupalı siyasilerin Türkiye ile ilgili bir takım adımları atmalarına engel oluyor, çünkü kamuoyundaki zorunlu destek onları Türkiye ile ilgili zorunlu olarak negatif bir takım pozisyonları almaya yöneltiyor, yani sadece Avrupa kamuoylarını etkilemek değil aynı şekilde Avrupalı siyasilerin de işini kolaylaştırma süreci. Bu noktada Türkiye’nin son 1,5 yıldır hiç yol katetmediğini düşünüyorum.Ayrıca demokratikleşme sürecinde meclise görev düşüyor. Özellikle 9. paketin, ilerleme raporundan önce geçmesi gerekiyor. Kıbrıs ile ilgili ise bütün Türkiye’nin aldığı bir siyasi pozisyon var. Bu pozisyon ne kadar sürdürülebilir veya o noktalarda bir ortak payda bulunabilir mi ona bakmak lazım. Müzakere tarama sürecinde egzersiz belki kendi başına iyi yapılıyor olabilir ama katılımcı olarak yapılmıyor, yani toplumun değişik kesimlerini bunun içerisine katamıyoruz, müzakere ekibi bunu sadece bilgilendirme fonksiyonu olarak yapıyor. Bunu bir eksiklik olarak görüyorum, çünkü siz onu katılımcı yapmadığınız sürece kimse bunu benimsemiyor, o esnada da sanki Ankara’dabirisi birşeyler yapıyor, biz de onu uzaktan takip ediyoruz gibi oluyor...

Hakikaten tam üye olunabilir mi?
17 Aralık 2004 günü AB tarihi bir karar verdi ve “ben Türkiye’yi AB içinde istiyorum” dedi. Türkiye’nin