|
|||||
|
|||||
Bu bildirge, ARI Hareketi’nin
30 Nisan 2006 Pazar günü, Türkiye’deki siyasi gelişmeleri tartışmak gündemiyle yaptığı olağanüstü toplantıda alınan karar uyarınca hazırlanmıştır.
3 Kasım 2002 genel seçimleri, yerleşik siyasi partilerin, liderleri ve kadroları ile tasfiyesiyle sonuçlandı. Eski anlayışa tepki gösteren seçmen, “yeni siyasi anlayışın temsilcisi” olduğunu iddia eden bugünkü iktidar partisini, yüzde 34’lük oy desteğiyle, tek başına iktidara taşıdı. Toplam seçmenlerin % 21’ini oluşturan 8,63 milyon kişinin sandığa gitmediği bu seçimde kullanılan oyların yüzde 46,33’ü de parlamentoya yansımadı. İktidar partisi hükümetin kuruluşundan itibaren, yurtiçinde ve yurtdışında olağanüstü bir destek almasına rağmen, 3,5 yılın sonunda bu krediyi tüketti. Bu süreçte sergilediği icraatla, hukukun üstünlüğü, şeffaflık, hesap verme sorumluluğu, etik gibi değerleri özümsemediğini, siyasi anlayış bakımından 3 Kasım 2002’de tasfiye olan siyasi partilerden farklı olmadığını ve “eski siyasi anlayışın son temsilcisi” olduğunu gösterdi. Hukukun Üstünlüğü İktidar Partisi, hukukun üstünlüğü ilkesine riayet etmeyen söylem ve eylemleriyle ülkedeki hukuk probleminin daha da derinleşmesine sebep oldu. Hukuk üzerinden toplumsal gerginliğe taraf oldu, “hukuk reformu” ihtiyacına odaklanmak yerine popülist siyasi tartışmalara odaklanmayı tercih etti. Kararları değil kurumları tartışmaya açtı. Millet adına “yasama” yapmakla yükümlü mecliste çoğunluk gücü elinde bulunduran iktidar partisi, yasama süreçlerinde toplumsal mutabakat aramak, çoğulculuğa ve evrensel değerlere özen göstermek yerine, çoğunlukçu ve baskıcı bir tutum izledi. Eski başbakanlardan N. ERBAKAN’a çıkarılan “kişiye özel af”, Maliye Bakanının geçmişteki çeşitli uygulamalarını da kapsayan af girişimleri, tepkilere rağmen medeni kanundaki değişikliğe yerleştirilmeye “namus maddesi” gibi çeşitli çabalar, hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı tutumlar olarak yansıdı. Yönetişim Yakın siyasi tarihimizin en kapsamlı kadrolaşma hareketi bu hükümet döneminde görüldü. Atamalarda liyakat değil, siyasi görüş ön planda tutuldu. “Geçici ve sözleşmeli personel” adı altında kamu kurum ve kuruluşlarına personel alımı yapıldı. 2004’ten bu yana yaratılan kadro sayısı 43 bine, bürokratik atamalar ise bir önceki hükümetin yaptığı atamaları 4’e katlayarak 6 bin 650’ye ulaştı. Bunların yalnızca yüzde 47’si Cumhurbaşkanının onayına sunuldu. Atama krizi nedeniyle, ekonominin güven unsurlarından biri olan Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası bir ay boyunca vekaletle yönetildi. İçinde bulunduğumuz ekonomik türbülansın ana sebepleri arasında söz konusu atama krizinin piyasalar üzerinde yarattığı güvensizlik de rol oynadı. Hesap Verme Sorumluluğu “Hesap sorulmadan hesap veren” yönetimlerin toplumla arasındaki güven ilişkisinin daha güçlü olacağı gerçeğini göz ardı eden hükümet, kuruluş programında yer alan, hesap verme sorumluluğu ile ilgili hiçbir adım atmadı. Bazı bakanlar, milletvekilleri ve bürokratlar kamuoyu nezdine uğradıkları güven ve itibar kaybına rağmen, görevlerinden istifa etme gereği duymadı. Aksine iktidar partisi tarafından en üst düzeyde korunup, sahip çıkıldılar. Bir bakanla ilgili olarak 3 kez gensoru önergesi verilmesine karşın, iktidar partisi Meclisteki çoğunluğunu kullanarak bu gensoruların reddedilmesini sağladı. Bugün Yüce Divan’da yargılanmalarına devam edilen bir önceki iktidarın siyasetçileri, kendi dönemlerinde verilen gensorularda, aynı şekilde “aklanmışlardı”. Hükümet programında,“… tüm kamu adına görev yapanların yargılanabilmelerinin önündeki, dokunulmazlık dahil tüm engellerin kaldırıldığı…” ifadesi yer alıyordu. Buna rağmen “dokunulmazlıklar” konusunda hiçbir adım atılmadı. Hükümet, siyasi dokunulmazlıkların sınırlandırılmasına dair toplumsal talepleri odağından saptırmayı tercih etti. Önceliğinin “kamu görevlilerinin dokunulmazlığı” olduğunu söyleyerek talepleri bürokrasiye yönlendirmeye çabaladı ve her iki hususta da hiçbir adım atmadı. Etik ve Şeffaflık Geçmiş hükümetler döneminde görülen yolsuzluk iddiaları bu hükümet döneminde de gerek merkezi hükümetin gerekse yerel yönetimlerin icraatlarına ilişkin olarak sürdü. İktidar partisinin milletvekillerinin ve örgüt yöneticilerinin dahi bu konulardaki şikayetlerini kamuoyu önünde dile getirdikleri görüldü. Hükümet, çok ihtiyaç olmasına ve hükümet yetkilileri tarafından bu ihtiyacın dile getirilmesine rağmen, “Siyasi Etik Yasası”nın çıkartılmasına öncelik vermedi ve yasa bugüne kadar çıkartılmadı. Katılımcı Demokrasi Hükümet programında ifade edilmesine karşın, katılımcı demokrasi ilkesi ile ilgili önemli bir gelişme kaydedilmedi. Tek parti iktidarı ve parlamento çoğunluğuna sahip olmanın verdiği rahatlıkla sivil toplumla işbirliğine gidilmekten kaçınıldı. Sivil toplum kuruluşları arasında “bizden olan ve bizden olmayan” gibi bir ayrıma dahi gidildi. İktidar partisi seçilme yaşının 25’e düşürülmesi konusunda da samimi olmadığını gösterdi. Seçim bildirgesinde, gençlerin siyasete katılımı ile ilgili yer alan “Seçilme yaşını 25’e indireceğiz” vaadi yerine getirilmedi. Konu, arada hiçbir ilişki olmamasına rağmen “2B kapsamındaki orman arazilerinin imara açılması” ile ilgili Anayasa değişikliği önerisi ile paket halinde TBMM’den geçirildi. 2B kapsamındaki orman arazilerinin imara açılmasını Anayasaya aykırı bulan Cumhurbaşkanı, paketi veto etti. Aradan geçen 3 yılda seçilme yaşının 25’e düşürülmesi konusunda adım atılmadı. Gençlik STK’larının yoğun talebine rağmen, gençlik politikalarının uygulanmasında önemli rol oynayacak ve Türk gençliğini uluslararası platformda temsil edecek olan “Ulusal Gençlik Konseyi” kurulmadı. Kadın hakları açısından, Türkiye’nin imzaladığı ve iktidar partisinin de taahhüt ettiği Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi`nin (CEDAW) gerektirdiği düzenlemeler yeterli düzeyde gerçekleştirilmedi. Avrupa Birliği’ne üyelik nedenli uyum çalışmaları kapsamında kadın kuruluşlarının baskısıyla mevzuatta önemli gelişmeler kaydedildi, ancak yapılan düzenlemelerde CEDAW’ın öngördüğü, “ayrımcılığın önlenmesi” arzu ve amacına yeterince ilgi gösterilmedi. Hala bir "Eşitlik Çerçeve Yasası" çıkarılmadı. Kadın haklarının geliştirilmesi için Ulusal Eylem Planları hazırlanmadı ve gerekli kaynaklar ayrılmadı. Yasa yapma sürecinde yasa koyucuya ayrımcılığın engellenmesine yönelik danışmanlık ve yönlendiricilik görevi yapacak ulusal mekanizma kurulmadığı gibi, TBMM bünyesinde kurulması gereken "Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu" oluşturulmadı. Siyasi partiler ve seçim kanunları başta olmak üzere, kadınların ayrımcılıktan korunmasını öngören düzenlemeler yapılmadı. 4320 sayılı Aileyi Koruma Yasası`nın uygulanması, yaygınlaştırılması konusunda hiçbir somut adım atılmazken, sığınma evlerinin sayısı olması gereken düzeye çıkarılmadı. Katılımcı demokrasi konusunda bir sorun da Başbakanın üslubuyla ilgili olarak ortaya çıktı. Eleştirilere karşı toleranssız bir yaklaşım sergileyen Başbakan, bulunduğu makama yakışmayan ve daha önce benzeri görülmeyen bir üslupla yanıt vermeyi alışkanlık haline getirdi. Sürekli olarak gerilim yaratmak istemediğini öne sürmesine karşın, toplumu kutuplaşma ve cepheleşmeye iten yaklaşımıyla ortamın gerilmesine neden oldu. Dış Politika Hükümet görev yaptığı süre boyunca dış politika konusunda ulusal öncelikler ile parti önceliklerini birbirine karıştırdı ve dış politikayı bir popülizm alanı olarak gördü. Bu popülist yaklaşımın bir sonucu olarak kamuoyunun önünde değil, arkasında gitti. Dışişleri Bakanlığı kanalıyla yürütülmesi gereken ilişkiler zaman zaman teamüllerin dışına çıkılarak başbakanlık danışmanları tarafından yürütüldü. Dış politika yönetiminde öngörüsüzlük, iletişimsizlik, koordinasyonsuzluk ve tutarsızlık serg |
|||||