|
|||||
|
|||||
Türkiye tekrar rejimini tartışmaya başladı. Siyasi literatürümüzdeki adıyla “irtica ve bölücülük tehlikeleri” birkaç yıllık aradan sonra eskiden olduğu gibi gündemin tepesine oturmuş durumda.
Halbuki, AB reformlarının tüm hızıyla gerçekleştirildiği, IMF destekli ekonomik reformlar ve elverişli bir uluslararası malî sistem sayesinde makroekonomik dengelerin yerine oturmaya başladığı 2002-2004 arasındaki üç yıl boyunca yepyeni bir siyasi iklimde yaşamaya başlamıştık. Devletin ve toplumun bir bölümünün eski reflekslerden vazgeçmemesinde esasında şaşırılacak bir şey yok. Üç yılda bu reflekslerin kökten değişmesi, barış ve diyalog kültürünün siyasetin belirleyici ilkesi haline gelmesi elbette beklenemezdi. Ancak bu üç yıllık istikrar ve özgüvenin değerinin yeterince anlaşılmadığı da ortada. Bu iklimin hızla değişmesinde AB de dahil olmak üzere belli başlı bütün oyuncuların tuzu var. AKP hükümeti reform sürecini yavaşlatarak elini zayıflatmış ve inisiyatifi elden kaçırmış bulunuyor. Yerleşik deyimle “irtica ve bölücülük” konularında bulunabilecek çözüm ve çareleri artık ihaleye çıkarmış durumda. AKP tabanının memnuniyetsizliğinin sembolü haline getirilen türban meselesinde hiçbir yumuşak çözüm bulunamadığı gibi çözümsüzlük “irtica” çekişmelerinin temel konusu halinde seyrediyor. Keza hükümet Kürt meselesinde hükümet olduğundan beri yeni hiç bir politika üretemediği gibi PKK’nın şiddet stratejisine karşılık olarak meseleyi eskisi gibi salt bir güvenlik meselesi olarak algılar oldu. Diğer aktörlere gelince, muhalefet genelinde laiklik konusu ve Kürt meselesinde hiç bir yeni yaklaşım geliştiremiyor. Kürt politikacılar artık AB perspektifine değil Irak’ın kuzeyinde oluşan Kürt yönetimine odaklanmış durumdalar. PKK’nın yeniden başvurduğu şiddet ise ülkenin milliyetçi reflekslerine sarılmasının temel nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkıyor. Bazı AB’lilerin Türkiye’nin üyeliği konusundaki gönülsüzlüğü ve dışlayıcı tavırları içe kapanmayı körüklüyor ve sorunları babadan kalma metodlar ile çözmeyi cazip hale getiriyor. Bugün artık hiyerarşinin en üstündeki sivil yönetici olan Cumhurbaşkanı 1 Ekim günü milli iradenin temsilcisi olan Meclis’teki açış konuşmasında TSK’yı rejimin garantisi olarak niteliyor. TSK’nın yeni komutanları ardarda bu nazik konularda yıllardır işittiğimiz açıklamaları tekrarlıyorlar. Genelkurmay Başkanı’nın günler önceden ilân edilen konuşması heyecanla beklenir hale geliyor ve son derece sert konuşma gündemin tek maddesi halini alıyor. Halbuki cevabın muhatapı olan Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilcisi ve pek çok başka AB’li yetkili TSK’nın ülkedeki konumundan söz ederken tam da TSK’nın bu özelliğinin altını çiziyorlar. AB ülkelerinde ordular ve silahlı kuvvetler rejimlerin garantisi olmadığı gibi AB’nin kurucu felsefesi silahlı kuvvetlerin bir daha kesinlikle o coğrafyada politika tayin edici olamayacak şekilde kontrol altına alınmasını ve kurulacak birliğin işlevlerinin bu olasılığı tamamen ortadan kaldırmaya yönelik olmasını hedefler. Bu bağlamda Avrupa, bu coğrafyanın geleceğini garanti altına almak amacı taşıyan bir barış projesidir. Askeri zihniyete taban tabana zıt bir zihniyet üzerine bina edilmiş, varlık nedeni XX. yüzyıl Avrupa siyasi literatüründeki tanımlamasıyla “savaş lobisi”nin bir daha kıtada söz sahibi olmasını engellemek olan bir siyasi iradenin ürünüdür. Beğensek de beğenmesek de bu konularda AB’deki teamül ile ülkemizdeki teamülün hiç bir benzer yanı yok. Ülkemiz AB reform süreci sayesinde yavaş yavaş yerleşmekte olan ve çağdaş demokrasinin temellerinden “askeriyenin sivil kontrolü” ile “rejimin toplumsal irade tarafından güvence altına alınması” ilkelerine sahip çıkma fırsatını elbirliğiyle ve elinin tersiyle itiyor. |
|||||