|
|||||
|
|||||
İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkmış olan Charles P. Kindleberger’in,“Cinnet, Panik ve Çöküş: mali krizlerin Tarihi” isimli değerli bir çalışma var. Ünlü iktisatçılardan Kindleberger’in çalışması krizlerin tarihinde bizi bir gezintiye çıkarıyor ve devletin bu krizlerde nasıl hareket etmesi konusunda Keynesyen yaklaşımlarda bulunuyor. Kitabın bir ilginç yönü de krizin tanımlanması konusunda. Krizin nasıl tanımlandığı konusuna iktisatçı çok takılmıyor ama eğer isterseniz diyor ve bir tanım veriyor: “Finansal kriz (bizim kültürümüzde) güzel bir kadın gibidir, tanımlanması zordur fakat karşılaşınca anlarsınız.”(s.9) Kindleberger finansal krizin tanımını yapmakta pek istekli olmadığı için Raymond Goldsmith’den alıntı yapıyor. “Goldsmith’in özlü tanımına göre finansal kriz, finansal göstergelerin tümünün ya da çoğunluğunun - kısa vadeli faizler ve varlıkların (hisse senedi, gayrimenkul, arsa) fiyatları, ticari iflaslar ve finansal kurumların başarısızlıkları – keskin, kısa, ultra-döngüsel şekilde bozulmasıdır.” Yazarın alıntıladığı bu tanım döviz kurlarındaki değişimi içermiyor. Ama Kindleberger tanımı bu kez Michael Bordo’nun üzerinden yapmaya devam ediyor: “Para arzındaki daralma,…, beklentilerde bir değişim, bazı finansal kurumların iflaslarından duyulan korku, gayrimenkul veya likit olmayan varlıkların paraya teşebbüsü vs.” Görüldüğü gibi finansal krizi tanımlamak çok kolay değil. Biz de biliyorsunuz ilginç kriz göstergeleri var. Bir bakanımızın “piyasada her türlü mal var, kıtlık yok bu nasıl krizmiş” dediğini hatırlıyorum. Faiz oranlarına bakarak, “kriz olsa yüksek faiz görürdük oysa faizler düşüyor” dendiğine de tanık oluyoruz. Kısaca herkes bir yerlerden bakmaya çalışıyor. Ancak dalgalı kur sisteminin tercih edildiği ülkemizde krizin göstergesi olarak bakılması gereken “sinyal” döviz kurudur. Döviz kurlarındaki dalgalanmalar ekonomide bir şeylerin iyiye gitmediğini gösterir. Peki döviz kuru bu sistemde “bir şekilde” baskılanırsa kriz sinyali ne olurdu? Örneğin finansal kesim, Hazine, döviz borçlu olanlar döviz kurunun yükselmesini istemiyorlarsa ve “bir şekilde” (örneğin yurtdışından aşırı sermaye girişi) döviz kuru hassasiyetini kaybederse, sonuçta hiç sinyal alınamaz hale gelirse nereye bakacağız? Doğal olarak bu sorunun yanıtı reel kesim olacak. Baskılanan kur ile düşen rekabet sonucu; ekonominin istihdam yaratamaması, gittikçe sanayinin daha fazla ithalata bağlı hale gelmesi, rekabet edemeyen firmaların piyasayı terk etmeleri, işsizlikte artış gibi bir çok sinyal karşımıza çıkar. Bu sinyaller doğru okunup önlem alınmaz ise kriz gittikçe derinleşir. Aslında bu noktadan baktığımızda Türkiye’de yaşanan krizin yalnızca dünyadaki krizden kaynaklanmadığını ciddi bir stresin zaten mevcut olduğunu algılayabiliriz. Örneğin, İstanbul Sanayi Odası başkanının feryatlarını duyar gibi oluyorum. Her şey ekonomide iyi gidiyor gibi görünürken ne demişti: “asıl faaliyetlerimizden para kazanamıyoruz, kur düştüğü için kur farkından kar yazıyoruz.” Bu feryat da aslında bir erken uyarı sinyaliydi. Algılamakta zorlandık sanırım… Doğal olarak bu sinyallerin iyi okunması ve değerlendirilmesi önlemlerin de gecikmeden uygulanması anlamına gelecekti. Bir şeyin altını çizmek gerekiyor. Bu krizden kaçmak mümkün değil. Yani dışarıda işler düzelmeden bizim tek başımıza bu sorunu çözmemiz hayal. Ancak bunun etkisini azaltmak konusunda adımlar atılabilir. Attığımız adımların kalıcılığı ve etkisi ise tanımların doğru yapılmasına bağlı. İç ve dış talepte sorun mu yaşıyoruz? Demek ki harcamaların artırılması gerekiyor. Peki harcamaların “kalıcı” bir biçimde artırılması için yapılması gereken yalnızca belirli sektörlerde KDV indirimi mi? Yoksa toplumdaki geniş kesimlerin gelirinin öncelikle nasıl artırılabileceği konusu mu? Krize şimdi çözüm aramaya çalışanların öncelikle geniş kesimlerin gelirini nasıl artırabilecekleri konusunu ele almaları gerekmiyor mu? |
|||||