|
|||||
|
|||||
Türkiye’de çağdaşlaşma çabalarının 200 yıllık bir geçmişi olduğu, ancak bu uzun süre içerisinde toplumun büyük bölümünün medeniyet eşiğini atlamakta zorlandığı tarihimizi biraz dikkatle okuyan her vatandaş tarafından bilinen bir gerçektir.
1800’lü yılların başlarından itibaren, Osmanlı’nın kötü gidişatına son vermek için çıkış yolu aranmaya başlanmıştı. 18. yüzyılın sonunda, 3. Selim’in Nizam-ı Cedid hareketi ile başladığını söyleyebileceğimiz Türkiye’de çağdaşlaşma hareketi, 2. Mahmut’un kendine “gavur padişah” dedirtecek kadar radikal yaklaşımlarla batılılaşma çabası içine girmesi ve Abdülmecit’in Tanzimat Fermanı’nı ilan etmesi ile devam etmiştir. Bir anlamda Meşrutiyet’e geçiş çabası olarak nitelendirilebilecek bu anayasal düzeni yerleştirme denemeleri, Mithat Paşa’nın dayatması sonucu 2. Abdülhamit’in Meşrutiyeti ilanı ile doruğa ulaşmıştır. Ancak meclis kavramıyla ilk defa karşılaşan Osmanlı, ilk meclisine akil insanları getirememiş, bilinçsiz, tecrübesiz meclis üyeleri ilk iş olarak Rusya’ya savaş ilan etmiş, 93 harbi olarak da anılan bu savaş sonunda Rus ordusu Yeşilköy’e kadar girmiştir. Böylece 570 yıl geçmişi olan imparatorluk, harp taraftarı bazı hırslı yöneticilerle demokrasi tecrübesi olmayan insanlardan oluşan meclisin bir kararı sonucu aşağılanmıştır. Neyse ki Avrupa’nın karşı durması sonucu Ruslar çekilmişler ve Osmanlı’nın parçalanışı 40 yıl daha geciktirilebilmiştir. İnsanların çocukluklarında geçirdikleri travmalar nasıl hayatları boyunca onları takip ediyor, taze beyinlerde oluşan bir yara hiçbir zaman tamamen kapanamıyorsa, devletlerin hafızaları da benzer travmaları unutmuyor ve bu travmalar, toplumun geleceğini etkiliyor. 2. Abdülhamit, sonu hüsranla biten savaştan sorumlu tutup - belki de bir anlamda bunu fırsat bilip - meclisi kapatınca, Osmanlı aydınının meşrutiyet ve demokrasi hayalleri de 30 yıl sonra 2. Meşrutiyetin ilanına kadar ertelenmişti. Ancak, Osmanlı bürokrasisi de bu olaydan bir ders almıştı. Seçilmiş meclisler de, eğer seçilenlerin eğitimi, tecrübesi, vizyonu yeterli değilse, lider de yönetme becerisi gösteremiyorsa, hata yapabilirdi ve bu ders, yeni doğan demokrasilerin bir zaafı olarak sadece Osmanlı’nın değil, tüm devletlerin tarih sayfalarında yerini almıştı. Osmanlı’nın son dönemlerinde karşılaştığı tuzaklar, atlattığı tehlikeler, batının Osmanlı’yı parçalamak için oynadığı oyunlar,saymakla bitmez. Dolayısıyla sadece 1877 meclisinin aldığı hatalı karar ile sınırlı değil, devletimizin hafızasında yer etmiş olan travmalar. Demokrasimizin doğum sancıları geçirdiği dönemde Osmanlı’nın başından geçen çeşitli trajik olaylar, devletin her kademesindeki yöneticilerin bugünkü davranış tarzlarına da yön veriyor, mutlaka. Sürekli olarak komplo teorisi yaratmak, her yapılandan şüphe duymak, batıya güvenmemek, parçalanma korkusu, hep o günlerden kalan yaralarımızın ara sıra depreşmesinin sonucudur denebilir. Genelde emekleme dönemlerinde karşılaşılan bazı zaaflarına rağmen demokrasi, çağdaş toplumların buldukları en iyi yönetim tarzı. Demokrasimizin emekleme dönemini atlatabilmesini engelleyen tarihi travmalarımızı iyileştirebilecek miyiz? AB’ye girme çabaları, bu yaraları iyileştirme yolunda en iyi çağdaşlaşma terapileri, bence. |
|||||