|
|||||
|
|||||
Bizler her zaman aile değerlerimizle, birbirimize olan bağlılığımızla, geleneksel değerlerimizin gücüyle övünürüz. Bunda da sonuna kadar haklıyız, tarih boyunca karşılaştığımız bütün sınavları, zor zamanları bu özdeğerlerimiz ve birbirimize olan bağlılığımızla ve bu sayede gösterebildiğimiz eşsiz fedakarlık kapasitemiz sayesinde aştık. Ancak birbirimize olan bağlılığımızı ve dayanak noktası sadece ilkel kabilecilik olan korumacı yaklaşımlarımızı, hukukun, doğruluğun, adaletin, ahlakın ve eşitliğin üstüne çıkarırsak, ki Türkiye ne yazık ki uzun bir süredir bu durumdan kaynaklanan ve gittikçe daha tehlikeli bir hal alan bölünmüşlük ve alt kimliklilik süreci yaşamaktadır, sonuç hepimiz için son derece tehlikeli yerlere varabilecek seviyelere taşınabilecektir.
Ateşlerden birlikte geçmiş olan, herşeyini kaybettiği halde kararlılığı, vatan ve insan sevgisi ile en zor zamanlarda bile yeniden doğmayı başarmış, birbirine bu kadar bağlı fedakar ve cefakar bir milletten, bugünkü her kurumda ve seviyede görülen kabilecilik kültürü ile iş yapma anlayışına nasıl gözgöre göre gelindiğini anlamakta zorlanıyorum. Türkiye, vatandaşları arasında eşitliği, adalet ve hukukun üstünlüğünü ne yazık ki bir türlü tam anlamıyla sağlayamadığı için, bu milleti oluşturan birbirinden farklı sosyal, kültürel ve etnik kökene bağlı insanlar, son derece doğal ve anlaşılır olarak, diğerlerine karşı rekabet avantajlarını yitirmemek, daha doğrusu diğerlerinin de yaptığı bu ilkel kabileciliğe karşı kendilerini koruyabilmek için sosyal, kültürel, ekonomik veya etnik benzerleri ile, bunlar yoksa bile kendileri gibi mağdur kalanlarla birlikte başka bir takım benzerlikler bulmaya çalışarak yapay ve uydurma alt kimlik grupları oluşturmuş ve süreçleri bu pencereden değerlendirerek çözmeye çalışmışlardır. Ve başka çareleri olmadığı için de halen böyle yapmaya devam etmektedirler. Bu öyle bir kısır döngü haline dönüşmüştür ki, en eğitimli ve kültürlü olanlarımız bile bu hastalıktan kendilerini kurtaramamaktadırlar. Bu dediğimi sıklıkla şikayet ettiğimiz kadrolaşma anlayışı ile karıştırmayınız. Kadrolaşma sonuçta bir siyasi erkin, nüfuz alanı içinde kendi yandaşları ile iş yapmayı tercih etmesidir. Siyasi erklerin bu tercihi kullanması bir yere kadar sisteme zarar verir, ama milleti oluşturan milyonların bu anlayışla her türlü tercih ve uygulamalarını yapması demek, 70 milyonluk bir aileyi bin parçaya bölmek demektir. Bölünen ailelerin sonu ne olursa, bölünen milletlerin sonu da öyle olur. Türkiye’de olduğu gibi; ana birleştirici unsuru ırksal saflık değil de, aynı kültür kökeninden gelmek, aynı coğrafyayı paylaşmak, aynı dili kullanmak, aynı dini benimsemiş olmak, geçmişi ortak olmak, geleceği ortak olarak algılamak ortak noktalarında birleşen bir millet olma düşüncesi olan bir ulus devletin, bekası ve güvenliği için en tehlikeli bir tehdit olarak değerlendirebileceğimiz bu hız kazanan alt kimliklilik sürecini sadece kontrol altına almaya dönük kaba önlemlerle çözmeye kalkmak, uzun vadede sadece imkansız değil, olası sonuçları itibariyle yıkıcı dahi olabilecektir. Tarihi boyunca devletine, liderlerine bu kadar büyük bir saygı, sadakat ve bağlılıkla yaklaşan bir millete yapılacak en büyük kötülük, bu asil milletin bu fedakar tutumunu bir acizlik olarak değerlendirip fırsat olarak görenlerin insafına terketmek olacaktır. Atatürk’ü tam olarak anlayamayan, son 50 yıldır devleti yöneten, yönetmeye aday olan kişi ve kurumların çoğu bu şekilde kurgularla ve sadece şu veya bu alt kimlik grubunun menfaatlerini öne çıkaran kaba sayı hesaplarıyla, kendi menfaatleri için bu eşsiz coğrafyanın sahiplerinin birbirlerine düşmesine yol açacak her türlü kurguyla yönetsel süreçlere dahil olmuşlardır. Bir toplumsal örgütlenmenin en büyük gücü olan liyakata göre yetkilendirme ve görevlendirme ve adil ve tarafsız bir ödül ve ceza sistemi konularını öldüren bu hastalıklı anlayış, Türk Milleti’ne en büyük zararı veren unsurların başında gelmektedir. Bugün, ülkemizde iş ve işbirliği yapma süreçlerinde öncelik çoğu zaman ilkel kabilecilik kültürü ile yapılmaktadır. Sadece siyaset sahnesinde değil, her alanda yaşadığımız bu alt kimliklilik sürecini daha iyi anlatabilmek için bir kaç örnek vermek istiyorum; Aynı şehirden olmak, aynı üniversiteden olmak, aynı sivil toplum örgütü mensubu olmak, aynı liseden olmak, aynı futbol takımı taraftarı olmak, aynı tarikata mensup olmak, aynı türkücünün hayranı olmak, aynı araç grubunun şöförü olmak gibi artık her seviyeye yansıtılmış bu ilkel gruplaşmalar, ülkemiz insanını bin parçaya bölmüş, aramızdaki adalet duygusunu zedelemiş ve muazzam bir doğru akılgücü ve işgücü kaybı ile sorunlarımızı çözemez hale gelmemize sebebiyet vermiştir. Burada dikkat çekmeye çalıştığım şey, elbette ki bu tür gruplaşmaların varlığı değil, karar mekanizmalarında ve iş süreçlerinde de bu gruplaşmalar odaklı bir anlayışla ve hukuku ve ahlakı hiçe sayarak yapılan uygulamalardır. Yoksa kendini bir gruba ait hissetmek elbette ki kötü bir şey olarak değerlendirilemez, bilakis beraberinde bir çok rahatlığı ve pek çok sıkıntıya çözümü de getirir. Burada asıl sorun, toplumsal hayatın neredeyse tamamına sirayet eden bu anlayışla kurulan ilişkilerin; “bizden ve bizden olmayan” teması üzerine kurgulan-masıdır. Milleti bölen ve birbirine düşüren de bu zihniyettir. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandıran, İngilizlerin profesyonel kışkırtmaları ile Osmanlı’ya büyük zararlar veren Rum, Ermeni ve Kürt ayrılıkçı hareketleri ve isyanlarından da bahsetmiyorum. Bunlar zaten beklememiz ve hazır olmamız gereken tehlikeler ve bence Anadolu coğrafyası gibi dünyanın en güzel yerlerinden birinde yaşamak için küçük bir bedel. Ancak burada asıl değinmek istediğim şey, bu alt kimliklilik anlayışının toplumdaki her kesimde yer alması, kabul görmesi, hatta neredeyse onsuz iş yapılamaz hale gelinmesidir. Bugün hangimiz acaba, yeni tanıştığımız biriyle özel bir yakınlık, özel bir ilişki fırsatı çıkar mı acaba diye, ilk söze nerelisin, nereden mezunsun, hangi takımı tutarsın, onu tanır mısın, bunu bilir misin diye başlamıyoruz. Asıl tehlike bence burada. Bugün bile birisiyle bir iş yapacaksak, bir şey paylaşacaksak, işin içeriğinden, beklentilerimizden ve ihtiyaçlarımızdan, yani işin kendisinden önce karşımızdaki ile bize her nedense bir avantaj sağlayacağına inandığımız bir ortak kimlik yakalayarak duygusal bir yakınlık kurma çabası içine giriyoruz. Doğal olarak bu anlayış en alttan en üst düzey ilişkilere kadar yayılıyor ve en iyi ve en doğru seçenek yerine, yaratabileceği kayıplara rağmen bizden olan seçenek tercih ediliyor. 70 küsur milyonluk Türk milletinin gerçekte olağanüstü boyutlara ulaşabilecek sinerjisi de ancak kağıt üzerinde kalıyor. Atatürk 19 Ocak 1923 tarihinde, İzmit’te halkla yaptığı söyleşide şunları söyler; “Milletimiz çok zamandan beri siyasi partiler ve onların ihtirasları ve çatışmaları yüzünden, çok büyük zararlara uğramıştır; kendi çıkarları unutturulmuştur; şunun bunun çıkarlarının hizmetine konmuştur. Ulusal çeşitli sınıflardan bir ya da üçünü alıp, diğerlerinin zararına olarak, yalnızca o sınıfın yararını sağlamakla uğraşan bir siyasi parti, bizim ulusumuz ve ülkemiz için zararlıdır. Bizim ihtiyacımız, tüm ülke insanının el ele vererek çalışması ve bu çalışmadan elde edilecek sonuçlardan ibarettir.” Atatürk, 14 gün sonra 2 Şubat 1923 tarihinde bu kez İzmir’de halkla yaptığı konuşmada görüşlerini yineler; “Sosyal gruplara sağlanan yarar çoğu kez, toplumun tüm katmanlarını kapsayamaz. Bazı sınıfların yararları başka yönde, bazı sınıfların yararı ise başka yöndedir. Bu sınıfların yararlarını sağlamak için onlara dayanan, onları temsil eden partiler kurulabilir. Ancak kurulacak her partinin karşısında, kendi haklarını temsil eden bir başka zümrenin partisi bulunacaktır. Ben, ulusun içinden şu ya da bu sınıfı almak, diğer bir sınıfın aleyhine çalışmak fikrinde değilim. Çünkü böyle bir düşüncede |
|||||