|
|||||
|
|||||
Sonunda 1 Mayıs, 2008 yılında Dünya’nın diğer ülkeleri gibi Türkiye’de de işçi bayramı olarak kabul edildi. Ancak bir farkla; bu bayram tatil günü sayılmıyor. Hem bayram hem de tatil değil. Konunun uzmanı değilim ancak bunun Dünya’da başka bir örneğinin bulunduğunu sanmıyorum. Bu tuhaflığa bir de 1 Mayıs 2008 kutlamaları ile ilgili medya görüntüleri de eklenince ülkemizin yeganeliğinin yakınından bile geçen ülke kalmadı. Tüm uluslararası medya kuruluşlarının 1 Mayıs kutlamalarına ilişkin haberleri Türkiye’den “özel” görüntülerle başladı ve daha yumuşak kutlanan yerler de vardı diyerek başka ülkelerle devam etti. Bu utanç verici görüntülerle demokrasimizin ne kadar çağdaş, ne kadar ileri, ne kadar Avrupa Birliği (AB) standartlarında olduğunu tüm Dünya’ya bir kez daha kanıtlamış olduk. Türkiye karşıtlarının ellerine birer koz daha verdik. Ne kadar farklı olduğumuzu gösterdik. Yaşananların sorumlusu kim? AB ile tam üyelik müzakereleri başlatılana kadar süren parlak dönemde saygı duyulan bir hükümet performansı vardı. Ne olduysa müzakereler başladıktan sonra oldu. Rehavetimiz çöktü üzerimize hemen. Sanki o hükümet ile ikinci kez iktidar olan hükümet aynı hükümet değil. AKP hakkında kapatılma istemi ile açılan davaya kadar hükümet AB’ni hatırlamadı nedense. Ne olduysa kapatılma davası ile oldu ve hükümetimiz bir anda Türkiye’nin hedefinin AB’ne tam üye olmak olduğunu hatırladı. Reform paketleri yeniden gündeme gelmeye başladı. İktidara ilk geldiklerinde hükümete önce şüphe ile bakmış, sonrasında yapılan doğru işlerle kredilerini artırmıştık. Herkesin aklında olan acaba başka bir ajanda var mı sorusunu bizler de sorduk. Ama “doğru”ya olan inancımız cevabın hayır olması yönünde inanmamıza yolaçtı. İkinci defa iktidara gelen hükümet ile birlikte maalesef aynı soru yeniden gündeme gelmeyebaşladı. Bu defa aynı sorunun yanıtı evet olmaya başladı. Derken kapatılma davası gündeme geldi. Artık aynı soruyu sormaktan vazgeçtim. Soruyu değiştirdim. Yeni soru şöyle: “özgürlükler Türkiyesi mi, yoksa…” “Benim gibi düşünenler özgür olsun, diğerleri ne olursa olsun, hatta olmasın beğenmeyen gitsin” felsefesi gündemde gibi bir görünüm var. Başını örtmek isteyenler okullarda özgür olsunlar ama mini etek giymek isteyenlere “kötü kız” gözüyle bakılsın, üniversitelerde türban serbest olsun ama öyle lokantalarda barlarda içki içilmesin, kamu kurumlarında islami giyim serbest olsun ama işçiler bayramlarını kutlayamasın, kutlamak isteyenler dayak yesin, basınçlı sularla püskürtülsün, Şişli Etfal hastanesinin aciline kaçanların ardından acilin içine göz yaşartıcı bomba atılsın… Şimdi ortada alınması gereken çok net bir karar var. Külahımızı önümüze koyalım ve bakalım. HERKESE eşit özgürlükler tanınan laik, demokratik bir hukuk devleti mi olacagız, yoksa işimize gelince AB üyeliğini hatırlayıp gerekli düzenlemeleri yapıp sonrasında işimize gelmeyen konularda unutmaya devam mı edeceğiz? Bu alternatiflerden elbette birincisi bizi AB’ne tam üye yapar, ikincisi ise AB’nin uydusu yarı demokratik acayip bir ülke (şu anki Türkiye). Aklın yolu birdir ve yapılması gerekenler bellidir. Tekerleği yeniden keşfetmeye veya yeni icatlar yapmaya gerek yok. Tek gereken biraz daha demokrasi, biraz daha özgürlük, biraz daha birbirimize karşı hoşgörü ve saygı…. Sonunda HER millet HAKETTİĞİ şekilde idare edilir. Biz de ne hakediyorsak onu yaşacağız, çünkü seçimleri bizler yapıyoruz. |
|||||