|
|
ALİ MİDİLLİLİ
GYİAD (Genç Yönetici ve İşadamları Derneği) Yönetim Kurulu Başkanı
Chairman of the Advisory Board of GYIAD (Young Investors and
Businessmen Association)
HOLDİNGLEŞME
Türkiye, yetersiz sermaye piyasaları, verimli çalışamayan ticaret hukuku, gelişememiş ihtisas mahkemeleri, çağdaş olmayan idari alt yapısı, fırsat eşitsizliği, kamunun ekonomi üzerindeki yüksek payı ve kontrölü, rekabetçiliğin sağlıklı bir zemine oturtulamaması gibi sebeplerden dolayı, özel sektörünü uluslararası standartlarda rekabet edebilecek bir konuma getirememiştir. Kurumsallaşmanın henüz yeni duyulduğu, kurumsal yönetişimin bilinmediği, yolsuzlukların halen kökünün kazınamadığı bu "vahşi liberal" ve "plansız devletçi" ekonomi yapısı ile "gelişmekte olan ülkeler" sınıflandırılmasından son 20 senedir terfi edememiştir. Eğer 20 sene gibi uzun bir zaman dilimi içinde bir ülke, ekonomisindeki "vahşi liberal", "plansız devletçi" gibi tanımlamalardan kurtulup, sosyal adaletin benimsendiği bir "serbest pazar ekonomisine" geçememişse, bunun böyle olmasını istemeyen kişiler, çıkar grupları ve kurumlar olduğu muhakkaktır.
Yoğun patronaj ilişkilerinin, kontrolsüz kamu harcamalarının, hesap vermeyen siyasetçilerin, ağır ve eksik işleyen adalet sisteminin, yargının üstündeki siyasi baskıların, kısa vadeciliğin ve vahşi kapitalizm kuralsızlığının içinde olan Türk özel sektörü, varlığını sürdürebilmek için, kendine özgü bir yaşam modeli geliştirmek zorunda kalmış, ve bünyesinde içme suyundan, inşaat şirketine, tül perdesinden, bankasına, televizyon kanalından, oteline kadar uzanan holdingleşme modeline seksenli senelerin ikinci yarısından itibaren geçmeye başlamıştır.
Son 10 senedir, kamunun ekonomideki payını azaltma ve daha verimli bir pazar oluşturmak için, başlatılan özelleştirme programının başarılı oduğu maalesef söylenemez. Bugün, bankacılık, enerji, telekom gibi sektörlerde kamu pazar payı liderliğini sürdürmektedir. AB normlarına uyum süreci ve İMF programları doğrultusunda çıkarılan yasalar ve kararnameler ile kısman ilerlemeler elde edilmiş olsa bile, siyasetçiler ve kamunun üst düzey bürokratları ellerinden gelen tüm gayretle bu süreci yavaşlatmak için herşeyi yapmaktadırlar. Sahte bir samimiyetin olduğu bu "çabalarda" herkes taraf gözükmesine rağmen çok az bir ilerleme gerçekleşmiştir. Çağdaş, fırsat eşitliğinin olduğu, adaletin eşit dağıtıldığı, ve bilgiye dayalı rekabetin olduğu bir zemin oluşturulamamış, Türkiye'ye gelmek isteyen yabancı sermayenin önü de dolaylı olarak kesilmiştir. Hatta, gelmiş bulunan yabancı yatırımcıyı kaçırmak için çeşitli yollar denemiştir.
Gelişmiş olan ülkelerdeki holdingleşme süreçlerine baktığımızda bunlarında içinde bulundukları dönemlerdeki regülatörlerin ve hukuk yapıların getirdiği yaptırımları ve rekabet ortamının gelişimi ile direkt bir bağlantısı olduğunu görebiliriz. Holdingleşme süreçlerinin hızlanması, genelikle gelişmekte olan ekonomilerin bünyesinde var olan eksiklerden dolayı kaynaklanmaktadır. "Mükemmel" olmayan pazarlarda, sistematik (önlem alınamayacak) ve sistematik olmayan (önlem alınabilecek) risklere karşı, aile veya girişimci birey şirketleri holdingleşme vasıtası ile var olma ve daha sonrada büyüme şanslarını arttırmayı hedeflemektedirler. Yazımın başında da belirttiğim gibi, gelişmiş bir ekonomik yapıda olması gerekenler olmayınca, bunun üzerine de kamunun ihtiyaçlarını ön planda tutan kamu ağırlıklı bir ekonomi yönetimi geldiğinde, sermaye birikimine sahip olan aileler hem temel faaliyetlerini muhafaza edebilmek, hemde varlıklarını, fırsatçı bir yaklaşım ile, güçlendirmek için farklı sektörlere girmiş veya girmek zorunda kalmışlardır.
Türkiye de ki holdingler, genellikle aileler tarafından kontrol edilmektedirler, kısmen halka açılmışlardır, son on senedir yabanci ortak bulma gayretleri içindedirler, birbirinden çok farklı sektörlerde faaliyet gösterirler, iç pazarda ürettikleri markalar güçlüdür, çoğunluğunun iç pazar bağlantıları kuvvetlidir ve "özel" bilgilere ulaşabilme imkanları bulunmaktadır, ve siyasetçiler ve bürokratlar üstünde nufuzları fazladır. Koç, Sabancı, ‚ukurova, Doğan, Eczacıbaşı, Doğuş, Uzan, Zorlu gibi holdingler kendilerinin büyümeleri ve güçlenmeleri için gerekli olan finansal güce ulaşmak, nitelikli insan sermayesini toplamak, ve siyasi nüfuzlarını arttırmak, yabancı sermayeyi kendilerine çekebilmek için holdingleşmeyi tercih etmişlerdir. Bunların dışında daha pek çok holding bu dönemde kurulmuş, bunların çoğunluğu batmış, bir kısmı yeniden yapılanma sürecine zorla girmiş, çok az bir kısmıda holdingleşme sevdasından vazgeçmiştir.Gelişmiş ekonomilerde genel görüşün, hissedarlara değer yaratma açısından, holdingleşme üzerine olduğu gerçeğini göz önüne alsak bile, gelişmekte olan ekonomilerde holdingleşmenin rasyonel bir yönü olduğunu kabul etmek gerekir. Derinliği ve likiditesi olmayan bir sermaye piyasası, bilgiye ulaşımda zorluklar, bilginin doğruluğunun belirsizliği, nitelikli insan sermayesinin azlığı, karar verme yetkisi olan mercileri etkileme olasılığının kolaylığı, sermayenin tabana yayılmamış olması, azınlık hissedarlarının haklarının korunamaması, kurumsal yönetişim ilkelerinin benimsenememesi, iş etiklerinin oluşamaması, ve pazar yerinde fırsat eşitliğinin olmaması gibi nedenlerden dolayı - gazozdan sigortaya, kredi kartından buz dolabına, sütten plastik pencereye, dondan boruya kadar ürün gamına sahip holdingler süratle büyümeye ve daha küçük ölçekte olan rakiplerine karşı güçlenmeye başladılar. 80 öncesi oligopol yapıya sahip Türk özel sektörü, ÖZAL ile birlikte rekabete açılıyor, değişiyor; kamunun ekonomi üzerindeki payı azalıyor ve liberal bir pazar geliyor derken; 2003 senesinin başında kendimizi kamu ağırlıklı ve 10 özel sektör holdinginin giderek artan kontrölünde olan bir ekonomik yapının içinde bulduk.
Ekonomik gelişimi ve buna paralel olarak holdingleşmeyi bir süreç olarak ele alırsak, Türkiye, ÖZAL ile birlikte bu sürecin birinci kismından (dışa kapalı, planlı kamu ekonomisi) çıkmış, ikinci kısmına geçmişti. Özalizm ile birlikte gelen reformlar hakikaten uygulanabilseydi (planlı kamu ekonomisinden serbest piyasa ekonomisine geçiş, kamu kuruluşlarının süratle özelleştirilmesi ve halka açılımı, rakabetin giderek artması, yabancı sermaye girişinin hızlanması, hisse senedi ve para piyasalarının süratle gelişmesi), Türkiye ikinci kısmı 90' ların başında tamamlamış olacak ve geçtiğimiz 10 senelik dönemde üçüncü kısmı da tamamlamış olacaktı. Türkiye siyaseten doğru insanlar tarafından yönetilmiş olsaydı, kamu israfları ve yolsuzluklar bu boyutlara ulaşmamış olsaydı, bugün bizler serbest pazar ekonomisine geçmiş, sürdürülebilir bir büyüme hızına ulaşmış, bütçe açıklarını kontrol altına almış, yatırım yapan, üretken, katma değer yaratan, yabancı sermaye için bir cazibe merkezi olan, nitelikli işsizliğin olmadığı, enflasyonun tek bir rakam olduğu, iç borçların asgariye inmiş olduğu, dış piyasalardan çok rahat bir şekilde borçlanabilen bir ülke konumuna gelebilirdik. Bir başka deyişle ekonomik gelişim sürecinin dördüncü ve son kısmına ulaşmış olabilirdik.
Bu süreç içinde holdinglerimiz özellikle ikinci kısımda çok hatalar yaptılar. İç piyasada kuvvetli bir rekabetin olmamasına rağmen (yabancı sermaye girişi az, yerli sermaye halen oligopolistik bir yapıda, vs.) elde ettikleri finansal gücü doğru ve verimli bir şekilde değerlendiremediler. Bankaları ve holdingleri sayesinde yerli ve yabancı yatırımcılardan topladıkları paralara, bankalarından kullandıkları kredilere rağmen yapılan yanlış yatırımlar, spekülatif girişimler, kamu ile iş yapma sevdaları, tamamı ile iç piyasaya yönelmeleri ve dışa açılamamaları, daha rekabetçi ve katma değeri olan ürünler geliştirememeleri, 2001 krizi ile birlikte bir kısmını yok etti, bir kısmını küçülmeye itti, bir kısmını da "uyandırdı". Beceriksiz siyasetçilerine rağmen, Türkiye coğrafi konumu, pazarının büyüklüğü, genç nüfusu ve AB üye adaylığı ile uluslararası sermayenin giderek artan ilgi gösterdiği bir pazar yeri haline gelmeye başladı. Uluslararası pazarlara açılmak, uluslararası sermaye ile rekabet etmek, holdinglerin mutlaka değişmelerini gerektiriyor. "Uyanmaya" başlayan holdinglerimiz artık içinde bulundukları pek çok farklı sektörlerde nitelikli ve bilgili insan sermayesine sahip olmadıklarını gördüler. Bugüne kadar doğru veya yanlış tüm kararları veren Ôpatron zihniyeti' ve onun etrafında bulunan Ôsiz haklısınız efendim' yöneticileri süratle tarihe karışıyorlar. Yine pek çok sektörde bulunmanın getirdiği aşırı borçlanma ve sermaye yetersizliği, kontrol açısından giderek zorlaşan organizasyon yapıları, bilgi eksikliği, iletişim zorlukları gibi unsurlarla birlikte holdingler yeniden yapılanma için uluslararası danışmanlık şirketlerini kullanmaya başladılar. Kısa, orta ve uzun vade hedef koyma, strateji belirleme, süreç yönetimi, iş dönüşüm yönetimi, verimli bilgi akış sistemlerinin oluşumu ve organizasyonel yapılanma, uluslararası bazda rekabet gücünü hedefleme ve ölçme gibi konular öncelik kazandı. Temel faaliyetlerinin neler olduğunu tekrar keşfettiler ve bu noktada kendilerini geliştirmeyi planlamaya başladılar. Hangi sektörlerde olmamaları gerektiğinin kararlarını almaya başladılar. Mevcut sermaye gücünü en iyi şekilde değerlendirmeye, yabancı yatırımcılar için daha cazip olmanın yollarını araştırmaya başladılar. Uluslararası standartlara ulaşabilmek için kurumsal yönetişimin temel ilkeleri olan disiplin, tutarlılık, şeffaflık, bağımsızlık, hesap verebilirlik, sorumluluk, adil olma ve sosyal sorumluluk uygulamalarına başladılar. Ben, büyük holdinglerimizin son yedi senedir var olan ve 2001 sonrası hızlanan yeniden yapılanma çabalarından çok ümitliyim. Sermaye yapıları güçlendikçe ve tabana yayıldıkça, temel faaliyet alanlarına ve sektörlerine odaklandıkça, varlıklarını farklı fakat daha sağlıklı yapılarda sürdürebileceklerine inanıyorum. Artık patronlarında bunu bilincinde oldukları var sayımı ile, holdinglerin önlerinde olan en büyük engelin nitelikli, deneyimli ve doğru bilgi ile donanımlı profesyonel yöneticiler (insan sermayesi) olduğunu düşünüyorum. Siz istediğiniz kadar uluslararası firmalardan iş yönetimi ile ilgili danışmanlık hizmeti alın, eğer bünyenizde bu "best practice" yöntemlerini uygulayacak nitelikli yöneticileriniz yoksa, hiçbir şeyi değiştiremezsiniz. Bilgi çağında başarılı ve başarısız holdingleri ayırt edecek en önemli unsur, tüm yönetim kademelerinin olmazsa olmazı olan, deneyimli bilgi çalışanları olacaktır.
HOLDING COMPANIES
Private sector in Turkey has not yet become capable of competing with international standards due to insufficient capital markets, inefficient implementation of the commercial code, undeveloped specialized courts, an obsolete administrative infrastructure, public sector's dominance and control on private sector and lack of a sound competitive structure. Thus, for the last 20 years, Turkey has not yet been promoted to the league of developed countries from among the underdeveloped countries where institutionalization is not known, and a "wild liberal" system and corruption prevail. Turkish private sector used to be an oligopoly until 1980s and started to change and open up to competition when OZAL became the prime minister in 1983. Yet, in the beginning of 2003, the economy is still being dominated by the public sector and 10 big private sector holding companies. Should the reforms introduced by the "Özalist" wave of economic change have been properly implemented, Turkey could have become a developed country by now. Holding companies in Turkey has committed important mistakes especially during the second phase of these "Ozalist" reforms. Despite there was no strong competition in the domestic market, holding companies could not use their financial power efficiently. They did not open up to foreign markets and were not able to develop competitive and value added products. Some of these holding companies disappeared whereas some others "awakened" after the 2001 crisis. I think that the restructuring initiatives of some of the holding companies are quite promising. Provided these holding companies strengthen their capital and focus on their actual line of business, I believe they can survive in a different, yet healthier structure.
|
|