HASAN CEMAL / GAZETECİ-YAZAR Ünlü gazeteci ve yazar Hasan CEMAL, Arı Grubu'nda gerçekleştirdiği sohbet toplantısında, "Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım." isimli kitabını ve kendi kendisiyle nasıl yüzleştiğini, demokrasi mücadelesinde katettiği yolu eleştirel bir dille anlatıp Cumhuriyetimizin tehdit altında olup olmadığı, I. ve II. Cumhuriyet kavramları, 1971'deki "Büyük Devrim" hayalleri ile ilgili soruları cevapladı. Bir kitap yazıyor insan ve bir müddet sonra unutuyor. Fakat o kitap sizi tekrarlamaya başladığı vakit, bazen tedirginlik verebiliyor. Bunu ben televizyonda yaşadım. Kitap çıktıktan sonra ilk defa Hulki CEVİZOĞLU "Ceviz Kabuğu" programına davet etti ve kitabı okumaya başladı. Kitabın başı şöyleydi: "Meydanın iki tarafına iki tane bomba atılacak, hem de polisin üstüne ve ondan sonra hareket başlayacak". Fakat bir anda okumaya başlandığında herkes tedirgin oldu. O olayın planlanmasında ben de vardım, yine de bunun bir anda tv'de söylenmesi beni ürküttü. Kitabı yazarken yalnızsınız ama, yüzyüze gelip konuşmaya başlandığı zaman insan tedirgin oluyor. Bu tedirginlik insanların iç hesaplaşmasını kendi içinde tutmasına yolaçan temel nedenlerden kaynaklanıyor. Kendi kendini eleştirmek kolay değil, bir de hataların itiraf edilmesi korkunç bir şey. Ben de şimdi kitabın girişini düşünüyorum da 1970 yılı Türkiye'de müthiş bir kutuplaşma yaşanıyordu. Ülkücüler ve devrimciler vardı. İnsanlar sokaklarda vuruşuyor, özellikle öğrenciler öldürülüyordu. Türkiye'nin sarsıldığı bir dönemdi. Biz de bir eylem düşünüyorduk. Bu eylem Ankara'da Atatürk Meydanında gerçekleşecekti. Meydanın bir köşesinde sinema, bir köşesinde orduevi, karşısında da Yüksel Caddesi vardı. Büyük bir gösteri, ondan sonra yürüyüş ve Orduevi'nin önüne geliş. Sonra iki taraftan iki tane bomba polisin üstüne atılacaktı. Sonra "ordu gençlik elele" diye bağırılacaktı. 27 Mayısın tekrarına benzer bir sol darbe yapılacağı düşüncesi hakimdi. O zamanlar 23-24 yaşında ve "Devrim" dergisinin yazı işleri müdürüydüm. Amacımız Türkiye'yi kurtarmaktı. Bu darbe, Türkiye'de bir devrimci uzantısı yaptı. Bu devrimci yol tek parti yönetimini savunuyordu. Planlama hem özel kesim için hem devlet kesimi için zorunlu olacaktı. NATO'dan çıkılacaktı. En büyük düşmanımız emperyalizm ve Amerika'ydı. Bu yol içinde ilk adım askerin darbe yapması, parlamentoyu kapatması idi. Ama kısa süre sonra 12 Mart 1971'de darbe geldi, DEMİREL istifa ettirildi, Nihat ERİM'in başbakanlığında hükümet kuruldu, dergimiz kapatıldı, Deniz GEZMİş ve arkadaşları idam edildi. 28 yıl sonra ben bu kitabı yazdım, DEMİREL'e de birkaç satır yazarak gönderdim. İçine şöyle yazmıştım: "İyi darbe yoluyla devirmeye çalıştığım yılların hikayesi". İlginç bir şey; aradan yıllar geçiyor ve biz şimdi birlikte seyahatlere gidiyoruz. Gazeteci-devlet adamı ilişkimiz de iyi. 12 Eylül sonrasında Milli Eğitim Genel Müdürü olarak çalışıyordum. 12 Eylülün siyasi yasaklarının kaldırılması için DEMİREL'le bir çalışma yapmamız, 12 Marttan sonra ne kadar yol aldığımızı gösterir. Anlatmak istediğim şey; müthiş bir değişim yaşanıyor. Bu değişimi yaşarken herkesin istediği türde değişebileceği konusunda anlayışlı olmak gerektiği kanısındayım ve özellikle gençlere çok şans verilmeli. Ama çok kurak bir topraktan geliyoruz. Siyasi bilimler okumuş bir insan olarak, birçok şeyi yerli yerine koyamadığımızı düşünüyorum. Bunun için de sonuç olarak birtakım ideolojiler bizim kafamızda daha beter iz bıraktı. Geçmişe bakıldığında, hiçkimse kendi deneyimlerini yazılı hale getirip, bizim önümüze koymadı. 12 Eylül sadece yasaklar açısından tartışıldı Türkiye'de. Ama 12 Eylüle Türkiye'nin gelmesinde sağın hataları nedirş Solun hataları nedirş Sosyal demokratlar hangi yanlışları yaptılarş DEMİREL ve ECEVİT neyi yanlış yaptış Bu konular kendi içlerinde tartışılmalıdır. Bugün Berlin Duvarı'nın yıkılışının 10.yılını yaşıyoruz. Oysa sol doğrudürüst oturup konuyu tartışmadı; yahu duvar neden yıkıldış Türkiye'de sol neden cılız kaldış Bizim siyasi kültürümüzde de belli bir sığlık yaşanıyor. Beni böyle bir kitap yazmaya iten nedirş Bazen yazdıklarımdan tedirgin oluyorum. Niçin bu kadar açık yazdım bazı şeyleriş Her kesimin oturup neyi, nasıl ve niçin yaptığını sorması ve bunun hesaplaşmasını yapması lazım. Bu hesaplaşma insanı rahatlatabilir. Toplumları kendi kendisiyle daha barışık hale getirebilir. Bütün amacım şeffaflık ve şeffaf demokrasiye giden yolu aydınlatmak oldu. Hata yapmak kula mahsustur deriz ama, bunu kabullenemeyiz. Bu bir kültür meselesi, daha iyiye gitmek istiyorsak bunu sağlamamız lazım. Bölünmeler dünyanın heryerinde var. Sağ-Sol bölünmesi ta geçmişe gidiyor. 1917'de Bolşevik iktidarının, Moskova'da yeni bir sistemin kabesi olmasından sonra sağ-sol bölünmesi başlıyor; o süreç dünyayı ikiye ayırıyor. Özellikle 2.Dünya Savaşı'ndan sonra Orta ve Doğu Avrupa, Çin ve Uzakdoğu ile Güneydoğu Asya'daki ülkeler iki büyük taraf oluşturuyor. Bu soğuk savaş, bizde de 1960'la başlıyor. Aynı kamplaşmayı Türkiye de yaşıyor. Solun bir kısmı Moskova'ya daha yakındı. Onun dışında sağcılar, islamcılar ve solun diğer kısmı bir tarafta yeraldı. İçte olanlar kendi görüşleri doğrultusunda herşeyi denemek için mücadele ettiler. Türkiye'de 1960'dan sonra birçok tabu kırıldı. Solun bir yükselişi oldu. Bir de sanki daha bir demokrasi ortamı doğdu. Bütün hava değişti. Ben 1961'de Mülkiye'ye girdim. Kasım ayında Yön Dergisi çıkmıştı. Bu dergi o dönemde sosyalistliğin bayrağı haline geldi. Zaman içinde bu mücadele Türkiye'de silahlı hale dönüştü. Moskova ve Amerika Türkiye'yi kendi taraflarına çekmeye uğraşıyorlardı. İş yeraltına girdi, silah karıştı, şiddet yaşandı.12 Eylül'den sonra şiddet başka türlü devam etti. Yani bu şiddetin hem iç hem dış nedenleri var. Tek bir odağa bağlamak mümkün değil. Ben kendi eleştirimi yaptığımda o dönemde yaptığım yanlışları görerek, her türlü fikrimde geri dönüş yaptım. Kitap da benim kendimde yaşadığım siyasal değişimi anlatıyor. Bir toplantıda Berlin Duvarı'nın yıkılışının 10. yılı dolayısıyla, Vaclav HAVEL'in yaptığı konuşmayı dinlemiştim. "Demokrasi için ödenen bedel üzerine bir sözü var. Demokrasi için, insan hakları için, hukuk devleti için, bunlara ulaşmak için bir bedel ödemek muhakkak gerekiyor". Türkiye demokrasi için ne kadar bedel ödediş dediğiniz zaman son 30 yılda bayağı acılar, sıkıntılar çekildi. Sokaklarda insanlar öldü, işkenceler oldu. Ama mesela Avrupa'ya bir bakın; Yunanistan iç savaş yaşadı. Onların askeri yönetim altında geçen dönemi, bizden daha uzundur. İtalya'da MUSOLİNİ, Almanya'da HİTLER, İspanya'da FRANCO dönemleri yaşandı. Avrupa'nın son 200 yılı ihtilal ve savaşlarla dolu. Oluk gibi kan akıttılar. Bu acıların üstüne insanlar birbirlerinin farklı görüşlerini çekemeyeceklerini anlayıp, birarada aynı platformda politika yapabilecek bir siyasi kültürün şahidi oldular. Türkiye'de demokrasinin oturması için daha fazla acı çekmemiz gerekir demiyorum ama, mukayeseli olarak baktığımızda bizim durumumuz daha insani gözüküyor. - I. Cumhuriyetçiler ve II. Cumhuriyetçiler diye bazı gruplar var ve bu gruplar arasında bir uzlaşma sağlanamıyor. İttihatçi Cemal Paşa'nın torunu olarak siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bir kere Cumhuriyet'in kuruluşunu tartışmanın anlamı yok, çünkü bunlar yaşandı ve şu anda hiçkimse bunu değiştiremez. İkincisi de ben ATATÜRK'ün radikal devrimlerinin kısa zamanda ve tepeden inme gerçekleştirilmesi nedeniyle demokrasimizin geç oturmasına yolaçtığına inanmıyorum. ATATÜRK demokrasi yanlısı bir kişiydi ve bu yolda çalıştı. Avrupa'ya bakın, aşağı yukarı aynı dönemlerde Rusya'da STALİN ve LENİN, İspanya'da FRANCO, Almanya'da HİTLER, İtalya'da MUSSOLINI yetişti ve onların demokrasiye geçişi tüm Avrupa'yı kana buladı, yalnız kendi ülkelerini değil. Oysa Türkiye şanslıydı, bizde ATATÜRK gibi, İNÖNÜ gibi demokrasi yanlısı adamlar vardı. Ünlü şair Ataol BEHRAMO/LU, benim asker arkadaşımdı. Askerlik bittikten sonra Devrim Dergisi'nde çalıştığım dönemde Ataol bir gün bana "Dedenin ruhu mu seni rahatsız ediyorş Deden de darbeciydi, sen de!" dedi. Hiçbir zaman Jakopenliği küçümsemedim. Atatürk ve arkadaşlarının yaptıklarıyla her zaman gurur duyuyorum ama, yine de eleştirdiğim şeyler de var, bu da çok doğal. Cumhuriyetçilerle anlaşamadığım konu da bu zaten, eleştiriyi kabul etmemeleri. Kendilerine II.Cumhuriyetçiler diyen grup ise, bir türlü ATATÜRK'ü yerli yerine oturtamıyorlar kafalarında. Çünkü tarihi çok fazla yorumluyorlar. "ATATÜRK'ün radikal devrimleri olmasaydı, bazı şeyler yavaş yavaş zaman içinde yerine otursaydı demokrasi daha mı iyi olurduş" gibi sorular soruyorlar. II.Cumhuriyetçilerde katıldığım görüşler de var, mesela devletin küçülmesi gerekliliğine katılıyorum. Güçlü ve verimli bir devlet hepimizin arzusu olur. Ekonomimizin aksak yönleri olduğuna da katılıyorum. Yalnız katılmadığım ve anlayamadığım tek şey, asker saplantıları. Orduya karşı bir tavır içindeler ve bence bu bir kompleks. Kurumlar tabii ki eleştirilir, orduyu da eleştirebilirsiniz. Ordunun günlük siyaseti etkileme çabası olursa, bu durum eleştirilir ama, "Ordu demokrasi istemiyor" ya da "demokrasiye karşılar" diyemezsiniz. Bu, çok yanlış olur. Ne olursa olsun, ordu yerinin kışla olduğunu bilmektedir ve zaman zaman demokrasiye yine demokrasi için, demokrasi uğruna müdahalede bulunsalar bile, her zaman kışlaya geri dönmüşlerdir. Çünkü amaçları demokrasiyi engellemek değil, bilakis yoldan çıkmasını önlemektir. Dolayısıyla her iki grubun da son derece fanatik davrandıklarını düşünüyorum. Geçen gün "Siyaset Meydanı" isimli tartışma programını izledim, aynı konu tartışıldı ve gördüm ki aynı şeyi, yani demokrasiyi savunmalarına rağmen, nerdeyse taşlı sopalı kavgaya girişecek gibi bir halleri vardı, gerçekten korktum. İşte yanlış burada, tarih yorumlanırken husumet çıkarılıyor. Bir konuyu eleştirebilir ya da tartışabilirsiniz ancak, ortak bir amaç sözkonusu ise, demokrasi gibi, asgari müşterekte anlaşma sağlanabilir ve de sağlanmalıdır diye düşünüyorum. Ve artık "darbe olsun, olmasın" söylemlerini de bir kenara bırakmak lazım, bence darbe dönemi kapandı, ordu bile bu konuyu konuşmazken, biz neyi tartışıyoruzş Fanatizm her alanda rahatsız edici bir şey, II.Cumhuriyetçiler de bu anlamda beni rahatsız ediyor. - Cumhuriyet rejimi hep tehdit altında olmuş. Bir korkuyu yenmek için başka korkulara teslim olmuşuz. Günümüzde sizce en büyük tehdit unsuru ne Cumhuriyet'in gerçek bir tehdit altında olduğunu düşünmüyorum. Cumhuriyet'e karşı bazı hareketler, birtakım ideolojiler var tabi. Ama bunlarla mücadele ediliyor ve edilmeli de. Yalnız önemli olan mücadelenin demokrasi kuralları içinde verilmesidir. Eğer 1971'deki devrimi gerçekleştirmiş olsaydık, sadece S.S.C.B gibi bugünlere gelmek için vakit kaybedecektik. Ama eninde sonunda geleceğimiz yol, bu yol olacaktı. Devrim gerçekleşmediği için, bu yolu daha hızlı katettik, bu yüzden iyiki gerçekleşmemiş diyorum. Günümüzde İran ve Suriye'nin Cumhuriyetimiz'e karşı birtakım faaliyetler içinde olduğu hepimizin malumu. Onlar Türkiye'deki istikrarın bozulmasından memnuniyet duyarlar. Çünkü Türkiye demokratik, laik düzeni ile Ortadoğu'daki İslami devlet anlayışına aykırıdır. Halkının çoğunluğu Müslüman olan Türkiye'nin özgür yapısı, bu ülkeleri korkutur, kendi halklarının gözü açılacak diye korkarlar. Bu nedenle Türkiye'de kadın-erkek eşitliğini bozmaya yönelik dini duyguları sömürücü hareketleri desteklerler. şahsen Refah Partisi'ne oy vermiş olanların içinde dahi laikliğe karşı çıkanların oranının %7'yi geçeceğini sanmıyorum. Siyasi anlamda Refah Partisi'ni destekleyen, dini görevlerini de yerine getiren fakat, laik-demokratik Cumhuriyet'in yıkılmasını ve şeriat devletinin kurulmasını istemeyen insanlar da var. Bu nedenle irticai faaliyetler tabii ki bir tehdit unsurudur ama, yakın bir tehlike değil ve Türkiye'de hiç başarı şansı yok. ERBAKAN'ın başlattığı "kanlı mı kansız mı olacakş" tartışması, ERDO/AN'ın "demokrasi amaç değil, araçtır" gibi talihsiz demeçleri, İran ve Suriye gibi ülkelerin Türkiye üzerine oynadığı oyunların sonucudur. ERBAKAN demokratik rejimi kullanarak başbakan oldu, oysa ne demokrasi ne laiklik umrunda değildi. Yine de "rejimi değiştirebilir miydiş" derseniz hiç sanmıyorum. Önemli bir husus var, o da sözkonusu mücadelenin demokratik kurallar içinde yapılması. O nedenle Refah Partisi'nin kapatılması bence demokrasiye aykırı bir olay fakat, parti yöneticilerinin işledikleri suçlar nedeniyle cezalandırılmamaları da demokrasiye zarar veren bir unsur. Öyleyse parti değil, parti yöneticileri cezalandırılmalı ve bu ceza da işledikleri suça uygun olarak ömür boyu değil, belirli süre siyasetten uzaklaştırma şeklinde olmalıdır. R. Tayyip ERDOĞAN'ın ceza almasını gerektiren konuşmasına da objektif gözle baktığınızda, bundan daha kışkırtıcı bir konuşma olamaz diye düşünüyorum. Yine de bu konuşmanın cezası özgürlüğü kısıtlayıcı hapis cezası olmamalıydı ve siyasi yasakları da belirli bir süre ile sınırlanmalıydı. Aslında Avrupa'da da siyasi partilerin kapatıldığı dönemler olmuştur. Örneğin Almanya'da nazizmi canlandıran komünist partiler kapatılmıştır. Tüm bu konuşmalardan sonra seçim sandığından canavar çıksa razı olanlardan olduğum anlaşılmasın, asla değilim. Hitler de sandıktan çıktı, bizde de demokrasiye aykırı amaçlar güden bir parti sandıktan çıkabilir. İşte benim görevim orada başlar ve bu durumla mücadele ederim. Türkiye'ye baktığımız zaman çok şanslıyız. Dünyanın en gelişmiş teknolojisi anında Türkiye'ye geliyor, her türlü iletişim imkanımız ve haberalma özgürlüğümüz mevcut. Tabi, yine de başka konularda eksiklerimiz var. Mesela "Ankara siyaseti" Türkiye için ayak bağı. Hukuk devleti anlayışı hala tam olarak oturmadı, ekonomimiz bir türlü düze çıkamadı. Yine de doğru yolda olduğumuza inanıyorum. Çünkü değişime ve reforma açığız. Bakın LENIN'in S.S.C.B'si yıkıldı, ATATÜRK'ün Türkiye'si dimdik ayakta. Laik, demokratik Cumhuriyet olarak yüzümüzü Batı'ya döndük ve başımız dik yaşıyoruz. - Siyasette gençlerin önü açılmıyor. Babalarımızın çocukluğundaki liderler, şu anda bizim çocuklarımızın da başında. Bunu neye bağlıyorsunuz Aslında Turgut ÖZAL'ın ölümünden sonra Süleyman DEMİREL'in de cumhurbaşkanı olmasıyla siyasette gençlerin önü açılmıştı. O dönemde DYP'nin başında Tansu ÇİLLER, ANAP'ın başında Mesut YILMAZ, SHP'nin başında Murat KARAYALÇIN vardı. Yunanistan'da ise 80'likler iktidardaydı ve basınımız onlarla dalga geçiyordu. Maalesef olmadı, başaramadılar, basiretsiz kaldılar. Oysa arkalarında büyük halk desteği vardı, medya vardı, yine de başarılı olamadılar. Yine bir dönem Cem BOYNER denedi, son derece iyiniyetlerle desteklendi fakat, o da başaramadı. Bu kadrolar başarılı olsaydı, ne diye meydan ECEVİT ve DEMİREL'e kalsın kiş Ha, "bunun sonucunda kime ya da kimlere kızacağızş" derseniz, onu ben de bilmiyorum. Yine de bugünkü siyasi koşullarda DEMİREL ve ECEVİT gibi iki tecrübeli siyasetçinin başta olmasını şans olarak görüyorum. Burada medya kendi avantajını kovaladığı için bu kadrolardaki gerekli değişimi sağlayacak baskıyı yapmıyor. Ama şunu diyebilirim ki, sivil toplumun siyasi ağırlığını ve tercihlerini ortaya koyması önemli, o zaman medya da bunu destekler ve bizim de siyasi tıkanıklık, yeni kadroların yetişmemesi, gençlerin desteklenmemesi gibi sıkıntılarımız ortadan kalkar. Her zaman daha eşit, daha adil bir toplum düzenini özledim, fırsat eşitliğini hep savundum, hala da öyleyim. Kendi gençliğimden bugüne değişen tek şey, bu hedeflerime ve özlemlerime ulaşmada kullandığım yol, yani siyasi yolum. - PKK terörü ve insan haklarının ihlali konusunda ne düşünüyorsunuz Devlet PKK'ya karşı verdiği mücadelede son derece haklıydı. Fakat bu mücadelede zaman zaman istenmeyen sonuçlar da oldu. Öyle zamanlar oldu ki demokrasi ve insan hakları sekteye uğradı. Mücadeleyi veren güvenlik güçleri öyle şeylerle savaşıyordu ki, İstanbul'da herhangi bir yayın organının PKK terörünü destekler tavrını da aynı şekilde affedemiyordu. Mehdi ZANA, terörü ve şiddeti övmek suçundan hapis cezası yedi, bunun üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'ne başvurdu ve davası reddedildi. Çünkü AİHM de suça ve şiddete teşviki hoşgörmüyordu, Avrupa'da da bu eylem suç teşkil etmekte. Demokratik rejimlerde "self determination" geçerli olabilir miş diye düşünürsek, hayır tüm demokrasiler için geçerli değil. Ancak ırkçılığın savunulduğu ülkelerde uygulanabilir. Aksi halde dünya üzerinde binlerce devlet ortaya çıkar. Türkiye doğru yolda, sadece siyasi değişim biraz zaman alacak. HASAN CEMAL: "WHAT DID TURKEY HAVE TO PAY FOR DEMOCRACY AND HUMAN RIGHTS AND A STATE GOVERNED BY THE RULE OF LAW" During the past 30 years Turkey has gone through a painful process in its struggle towards the establishment of the democratic regime. An intense polarization prevailed in the country in the 1970s when many people, especially students, lost their lives. This was followed by the coup of 1971. However, violence which resulted from internal disturbances as well as outside provocations never came to an end. As we compare the situation with Europe, we see that during the past 200 years Europe has also been continuously faced with revolutions and wars. Much blood has been shed. I am not saying Turkey has to go through further difficulties for the democratic regime to be estabished in the real sense, I only wish to point out that when we compare it with Europe the process in Turkey seems somewhat more humanitarian. I do not believe that the sudden and unexpected radical reforms of ATATÜRK led to a delay in the settlement of democracy in Turkey, as claimed by the so-called "Second Republicans". There are of course certain movements and ideologies against the republic. For example, it is well known that Iran and Syria which are in an endeavor to destroy the secular and democratic regime, strongly support and provoke fundamentalism in our country. These movements however, do not constitute an element of threat and have no chance of success in Turkey. Turkey is open to changes and reforms. As a secular and democratic country it has turned its face to the West. It is certainly on the right track. The only problem is that political change is bound to take some more time. Elegans'a mail |